Pieces Of A Woman (2020) filmini izledim.
Son dönemde izlediğim en iyi filmdi. Herkese göre olmadığını belirterek başlayalım. Çünkü ağır ilerliyor, ağır bir trajediyi anlatıyor.
Yer yer zorlayıcı mesajlar ve sahneler var.
Bir cümle ile ifade edersek doğum esnasında çocuklarını kaybeden bir çiftin hayata tutunma çabalarını ve sorunlu yas süreçlerini konu ediyor.
25 dakikalık inanılmaz bir giriş sekansı ile başlıyor film. Bu sahneye saygı duruşu niteliğindeki tek plan sekanslara yer veren diğer kapalı alan çekimleri (yemek, mahkeme vd.) göz doldurucu.
Baştan sona metaforlarla dolu bir film.
Bir türlü buluşamamayı anlatan köprü metaforu. Siyah ojeler, elmalar, karakterlerin kıyafetleri, imza atma sahneleri, kısaca filmdeki basit hareketlerin bile derin anlamları var.
“Tablodaki köprü İstanbul’daki Mecidiyeköy Cami’ne benziyor.” diye geçirirken içimden bunu tek fark edenin ben olmadığıma sevindim. Beyazperde’den kıymetli Tuba Büdüş de fark etmiş ve yazısında yer vermiş ve “Tek fark eden ben miyim?” diye sormuş.
Sanırım belli bir sorun olmadan da ilişkilerin bitebileceğini anlatabilmek için rezonans kavramını kullanmış ve tarihî bir örnek vermek için de Tacamo demek zorunda kalmış senarist.
Esasen minarelerden tablonun Müslüman bir ülkeyi resmettiği anlaşılıyor.
Filmin ilk sahnesinde gördüğümüz gri deniz hemen aklıma Manchester by The Sea’deki denizi getirmişti. Konu olarak da benzerliği fark edince benim için büyük bir sürpriz oldu.
Arınma ve hesaplaşma sahneleri hariç bize sürekli eşlik eden ve gözümüze sokulan siyah ojeler başrolün vazgeçilmezlerinden.
Kaybettiği çocuğunu hayata döndürmek için ısrarla yediği elmaların tohumlarından bebeğini “diriltme” çabaları hem hüzünlü hem de kutsal kitaplara göndermeler içeriyor.
Baskıcı ve otoriter anne ile yaşanan sorunlu anne-kız ilişkisi ve finalde ikilinin yüzleşmesi yine çok başarılı sahnelerden.
Macar yönetmenin memleketine selam gönderdiği Holocoust anısı ise her filmi gibi mesajı yerine gönderiyor.
Her anı yüzümüze çarpan, şehvetten ziyade acıma hissettiğimiz başarısız seks sahnesi ve bu sahneye kapı eşiğinden, çifti gizlice izleyen bir yabancı gibi tanık olmamız yine çok etkileyici bir başka nokta.
Yönetmenin filmin başında sonbaharı, dip noktasında kış ayını, iyileşme/yükselme sürecinde baharı ve yeni kurulan hayatta yaz mevsimini ve renk paletini kullanması dikkatimi çeken bir diğer husus.
Bunun dışında söylemeye gerek bile yok ama oyunculuklar çok başarılı. Esasen senaryonun düz bir çizgide ilerlediği ve yükün yönetmen ve oyuncuların omuzlarına bırakıldığı bu tip filmlerde oyunculara büyük görevler düşüyor.
Yan roller dahil bu bağlamda herkes üzerine düşeni yapmış. Dahası senaryoda tüm ana karakterlere zirve yapacakları sahneler verilmiş ve hepsi bu şansı başarıyla kullanmışlar.
Güzeller güzeli Vanessa Kirby (The Crown) kendisine tanınan fırsatı iyi kullanıyor ve güneş gibi parlıyor. En beğendiğim oyunculardan Shia LaBeouf yine yeteneğini konuşturuyor ve kesinlikle gölge etmiyor. Yeri geldiğinde çekip gitmesini de biliyor.
Kurgu özellikle çok başarılı. Yönetmenin her şeyi söylemediği ve seyircinin boşlukları doldurması istenen filmlerden kesinlikle.
Final sahnesi yüzümüzde bir tebessüm bıraksa da sanırım daha karamsar bir son da yakışabilirdi filme.
Bu arada ülkemizde imkânsızlıktan ve zaruretten başvurulsa da ABD’de artan bir ilgiye mazhar olan evde doğum olgusu masaya yatırılıyor ve mahkeme sahnesinde senarist bu konuda söyleyeceğini açıkça söylüyor seyirciye.
Bu tip filmlere merakı olanların izlemelerini şiddetle tavsiye ediyorum.
İyi seyirler.