Bu seneki ikinci yurt dışı gezimizi âşıklar şehri Paris’e planlamıştık. 16 Haziran sabah havaalanına geldiğimde dikkatimi çeken Burger King, KFC gibi firmaların sabah 8’de dahi ağzına kadar dolu olmaları idi. Dışarısı euro zone olunca bu fiyatlara yemek bulmak anlaşılan tatilcileri cezbetmişti. Uçağa binerken 1 Euro=25,8 TL idi.
Sabah 9 uçağı ile hareket ettik. Uçuş 3 saat sürüyor, 1 saat de saatleri ileri alıyoruz. Toplam 4 saatlik bir yolculuk. 9 sene önce Paris’e giderken 3 çeşit yemekli bir menü ve koltuk arkalarında Man of Steel gibi güncel filmlerin dahi olduğu ekranlar vardı. Bu uçuşta ise yalnızca su verildi.
Charles de Gaulle (CDG) havaalanının 3. terminaline indik. Paris’in güneyinde Orly havaalanı da var ancak konsolosluktaki arkadaşlardan artık tüm Türkiye uçuşlarının CDG’den yapıldığını öğrendim. Paris yakınındaki en büyük havaalanı CDG ve pasaport kuyrukları da doğal olarak uzun. 40 dk. bekledik sırada. Aktarma yaparak şehir merkezine gidebileceğiniz bir tren ağı var. Bizi eski bir dostum alacağından bu yolu kullanmadık. Yaklaşık bir saatte şehrin güney batısındaki Boulon-Billancourt bölgesine geldik. Bu bölge aynı zamanda konsolosluğumuzun bulunduğu yer. Arkadaşın tavsiyesiyle hemen yakındaki Kaiser Döner’de doyurucu ve Avrupa stili bir döner yedik. Normal şartlarda yurt dışında tamamen turist moduna geçiyorum ve herkes ne yiyorsa onu yemeye özen gösteriyorum. Ancak eski dostum sık sık geldiğini söyleyince kıramadım. 8-9 euroluk menüleri ziyadesiyle doyurucu. Çalışanlar Türk.
Buradan Pont de Sevres’i geçerek 4 km. güneydeki B&B Meudon oteline vardık. Viyana yazısını okuyanlar bilir. B&B Avrupa’nın en büyük zincir otellerinden ve Viyana’da çok memnun kalmıştık. Bu yüzden biraz uzak dahi olsa B&B’den taviz vermedim. Çevre yolundan 7-8 dakikada otele ulaştık, ödemeyi yaptık, yerleştik ve hemen çıktık. Bu otel nedense önden ödeme kabul etmedi. Bu uygulama yükselen kur sebebiyle az da olsa size zarar ettirebilir.
Gitmeden önce her zamanki gibi haritada gezi güzergahımı işaretledim. Metro ağının yaygınlığından dolayı yine ana ulaşım aracımız demir yolları olacaktı. Paris’te RER, metro isimli pek çok ağ var. Durak girişlerindeki otomatlardan tüm araçlarda kullanabileceğiniz bilet satılıyor. Bir bilet 2,10 euro. 10’lu alırsanız 19,10’a denk geliyor. Otelin konumu itibarıyla Pont de Sevres aktarma noktamız olacak, o duraktan M9 hattı vasıtasıyla tüm metrolara geçiş yapabilecektik.
İlk gün arkadaşım otel çıkışı bizi Eyfel’e yakın bir noktada bıraktı ve gezimiz başladı. Dikkat çekici ilk nokta havanın oldukça sıcak olmasıydı. 30-33 derece bir hava, %60’larda bir nem bizi gezi boyu zorladı. Eyfel Kulesi’nin etrafındaki yeşil alanda piknik yapmak isteriz diye bir şişe de 2021 mahsulü Bordo şarabı ayarlamış sağ olsun. Seine Nehri etrafında kısa bir yürüyüşten sonra Eyfel’e geldik.
9 senede meydana gelen saldırı ve terör eylemleri sebebiyle kulenin etrafı kalın camlarla kapatılmış, giriş ve çıkış belli noktalardan yapılıyor yalnızca. Kulenin doğusundaki Champ de Mars oturuma kapatılmış, etrafına teller çekilmiş. Kontrol noktasından geçişte şarap şişemi kıskanan güvenlik görevlisi bu şekilde giremeyeceğimi söyledi. Ben de şişeyi bırakabileceğimi, içeride içme niyetim olmadığını, dönüşte alacağımı söyledim. Ama kabul etmedi. Plan değişikliği yaptık ve Trocadero Meydanı’na doğru yol aldık. (Bu arada kulenin altında Afrikalı abilerden hediyelik ne görürseniz alabilirsiniz zira açık ara en ucuz yer burası. Bul parayı, al karıyı tarzı oyunlar düzenleniyor, cüzdanlara mukayyet olun.)
Pariste.net’in sahibi sevgili Ahmet Öre’nin dediğine göre yapmıştık tüm planımızı. Kendisi Ege’nin keyfini sürüyordu biz Paris’teyken. Daha kolay bir yürüyüş için Trocadero’dan Eyfel’e doğru inişi tavsiye ediyor Ahmet Bey ama bir şişe Bordo planı bozdu. Trocadore’nun avantajı en iyi Eyfel resimlerinin çekileceği yer olması. Üzüntümüzü bir nebze azalttı bu durum. Biraz şarap içip şişeyi yakındaki bir büfeye güç bela teslim ettik ve Eyfel’e ikinci taarruza başladık.
Bu sefer kolay geçtik ancak kuleye çıkış sırasında bir saat kadar bekledik. 2. kat 18, zirve 28 euro. Louvre, Eyfel ya da pasaport sırası. Yaz mevsiminde dünyanın en turistik yerlerine gitmek istiyorsanız sırada beklemeyi göze almamız gerektiğini bir kere daha fark ettik. İnanılmaz fotoğraflar çektik ve Eyfel’in tadını çıkardık.
Dönüşte birince kattaki açık hava barına oturduk ve serinlemek için soğuk bir şeyler içtik. Burada bir süre zaman geçirdik. Hem dinlendik hem de Eyfel’deki geçirdiğimiz kaliteli zaman arttı. Sıra bekleyeceğimizi bildiğimden ilk güne Eyfel ve tekne turu dışında başka plan yapmamıştım. Akşam hava 10 gibi karardığından kulenin hemen altındaki tekne bileti sırasına girip birer bilet aldık. Kişi başı 15 euro’ya bir saatlik bir tur aldık. Talep çok olunca burada da yarım saat sıra bekledik. Neyse ki Paris’i akşam görmek istediğimizden hiç dert etmedik. Güneş yeni batmışken başladığımız tur 23.30 gibi bitti. Hem hava biraz daha karardı hem de 23’te aydınlattıkları Eyfel’i bir de akşam seyretmiş olduk.
Aslında Seine Nehri turunda birkaç yer hariç gezip görebileceğiniz neredeyse tüm noktaları görebiliyorsunuz. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca anlatım var. Bu seyahatte çok sayıda İspanyol turist de gördük. Beni de zaman zaman İspanyol sanıp selamladılar. İlk gün sonunda metro durağına indik. Eyfel’in hemen üzerindeki, adı aklıma gelmiyor, gayet merkezi bir durakta çalışma vardı. Yüzlerce insan gişelerin önünde bekliyordu. Biz güç bela bilet aldık, ancak kimseyi gişelerden geçirmiyorlar. Sorulan sorulara yalnızca Fransızca cevap veriyorlar. Görevli bir kadın çıkış kısmından girip birkaç adamı alıp içeri götürüyor, ancak bizler su gibi terlemiş vaziyette öylece bekliyoruz. Simülasyonun hata verdiği anlardan. Hatta kadının aynı cümleleri sarf ederek birkaç kişiyi ikinci kere gişelerden alıp durağa götürdüğünü görünce iyiden iyiye “Matrix’te deja vu yaşadım.” diye düşündüm. Metrodan çıkıp uzun bir otobüs yolculuğundan ve yürüyüşten sonra otelimize geldik.
Üstteki haritada görebileceğiniz gibi Paris’i çepeçevre saran bir yol var, adı Periferik. Bu yolun oldukça akıcı bir trafiği olduğunu hatırlıyorum ama ne zaman periferike girsek beklemek zorunda kaldık bu sefer. Bu yoldan merkeze girmek isteyenler için pont’lar, yani kapılar var. Kalacağınız ya da gideceğiniz yerleri bu pontlara göre tarif edebilirsiniz taksicilere. Bu çevre yolu içindeki Paris’i 20 bölgeye ayırmışlar, gideceğiniz yere buna göre gidiyorsunuz.
Periferik’in iç kısmında dizel araç kullanmak yasak, şehir için hız limiti 30 km/s, tamamen karbon salınımını azaltmak için. Zaten bu yönde birçok tabela ve açıklama da var. Periferikte en soldaki şerit ile bir sağındaki şeridin arası motor şeridi. Yani en soldakiler biraz daha sola yakın, bir sağ şerittekiler de sağa yakın seyrediyor, motorlar bu boşluktan ilerliyorlar. Açılmazsanız aynanızı alıp götürüyor motorcular. Fransızlar bu konuda rahat. Örneğin park yerinden çıkmak için ön ve arkadaki araçlara dokunmayı dert etmiyorlar. Yollarda bisikletlere ayrılan bölümler geniş, araçlarla aynı, bazen daha bile geniş. Amaç motorlu araç sayısını azaltmak. Velib isminde belediyeye ait kartla binilebilen bir bisiklet hizmeti var. 45 dk. ila 1 saat kullanma izni var, bu süre zarfında bir başka durağa park etmiş olmanız lazım. OECD’de çalışan bir arkadaştan kart temin ettik ancak binmeye fırsat olmadı.
Bu bilgileri verdikten sonra ikinci güne başlayalım. 179 numara ile Sevres’e geldik. Sevres durağı bu arada Osmanlı’nın sonunu getiren Sevr Anlaşması’nın da yapıldığı yer. Şu an Ulusal Seramik Müzesi olarak hizmet veriyor. Köprüden hemen sağa bakınca elmaya benzeyen dev bir bina görüyorsunuz. Ben önce Apple’ın Paris şubesi sandım ama konser salonu olduğunu öğrendim.
M9 hattının Palais Garnier durağında indik. Burası Louvre Müzesi’nin hemen kuzeyinde bulunan ulusal opera binası. Burada akşam Carmen operası vardı ama bilet bulamadık. Güneye doğru yol alıp Instagram’da çok ünlü olan aşçı Cedric’in fırınını aradık.
İngilizcede bakery aslında tam fırın değil, hamur işi yemeklerin yapıldığı yer. Tart da yapılıyor, güveç de. Fransızca karşılığı boulangerie. Haritaya bunu yazdığınızda kahvaltı yapabileceğiniz her yeri görebilirsiniz. Tabii içinde sandviç de var, tatlı da. Fırında üretilen her şey. Keza bouillon yazdığınızda da yerli Fransız yemekleri yapan uygun fiyatlı restoranları görebilirsiniz.
Cedric’in önünde 100 metre sıra vardı, dahası orijinal dükkânı burası değilmiş. Yine de beklesek mi derken 12’den sonra krosan yapılmadığını öğrendik ve 100 metre aşağıdaki bir başka kafeye girip iki sandviç ve krosanlı kahvaltımızı yaptık, hesap 15 euro civarı idi. Buradan Vendome Meydanı’nı takip edip Tuliris Bahçeleri’ne geldik. Şehir merkezlerindeki dev bahçelerin, parkların her zaman büyük cazibesi var. Burada bir yürüyüş yapıp havuzların etrafında dolaştık. Güneşlenenler de vardı ancak biz sıcağa doymuştuk. Benlux’te fiyatlara şöyle bir baktık. Şanzelize’ye doğru yürüyüşe başladık. Concorde Meydanı’nı geçip sıcak bir havada Şanzelize’deki lüks markaları tek tek gezdik. 3 katlı tarihî bir binaya kurulan Apple mağazası bilhassa ilgimi çekti, içeride yeni telefonlarla ilgili bir de sunum vardı. Apple fiyatlarının euro bazında %2-3 zamlandığını da fark ettim.
Zafer Takı’na gelip yaklaşık bir saat zaman geçirdik. Son derece etkileyici, Roma mirasını sahiplenen, Napolyon’a nasip olmayan bir anıt burası. Altında 1.Cihan Harbi’nde yitirilenler için yanan ateşi seyrettik. Ardından karşı sokaktan inişe başladık.
Şanzelize’ye gelip bir yerde yemek yemesek olmaz diye düşünüp L’Alsace’de durduk. Fransızların ünlü soğan çorbasını, antrikotlarını ve kahvelerini denedik. Çorba gerçekten çok lezzetli, antrikot ülkemizdekinden farksızdı. Sosu lezzetliydi. Ekmekleri sert, kıtır kıtırdı.
Bu esnada inanılmaz bir yağmur başladı ve hem havayı serinletti hem de tüm turistleri rezil etti. Sular iyice çekilince restorandan çıktık ve bilet aldığımız La Boheme operasını izlemek için Théâtre des Champs-Elysées’ye doğru yola koyulduk. Yolda Petit ve Grand Palace’ı ve Orsay’ı gördük. Petit’e giriş ücretsiz ve bahçesinde çok güzel resimler çekindik.
Oradan Napolyon’un mezarının bulunduğu, Les Invalides’e ve askerî müze tarafına ilerledik. Önündeki çimlerde her yaştan insanın oyunlar oynayıp spor yaptığını görüp imrendik. Bahçede biraz nefeslenip tiyatro binasına vardık. Etkileyici bir salon, su gibi akan şampanyalar, kanepeler ama havalandırma olmayan ve tüm seyircileri terleten bir bina. Sonradan avm’lerde ya da kafelerde klima tercih edilmediğini, mekânların yazın sıcak, kışın soğuk olduğunu, kimsenin de pek önemsemediğini öğrendim. İtalyan oyunculardan kurulu bir ekip, Paris’te devrim öncesi dönemde yaşayan dört sanatçının parasızlık ve aşkla yoğrulmuş hikâyelerini anlatıyor. Paris’e gelmişken daha anlamlı bir opera bulamazdım sanırım.
Kendimizi dışarı attığımızda akşam serinliği çok iyi geldi. Akşam kısa bir yürüyüş sonunda otelimize döndük.
Bizi havaalanından alan arkadaşım şehrin dışında, Versay Sarayı’na yakın bir yerde One Nation isminde bir mağaza olduğunu ve bilhassa Columbia markasının ülkemize göre uygun olduğunu, her gelenin mutlaka oraya gittiğini ve bizi de götürebileceğini söyledi. Ne böyle bir planım ne de alışveriş merakım vardı ancak beni cezbeden Versay kelimesi oldu.
Otelimizden yarım saatte Versay köyüne geldik. Fransızcasıyla Château de Versailles, bahçeleriyle birlikte 800 hektarın üzerindeki bir alana yayılıyor. Bir zamanlar Fransız hükümdarlarının evi olan Versay Sarayı, günümüzde Fransız tarihine ışık tutan bir müze. Fransızlar devrimden sonra neredeyse tüm sarayları müze yapıp halkın kullanımına açmışlar. Versay tarihte lüksün, halktan kopukluğun, pencerelerinden lazımlıkların atıldığı bir saray olarak tasvir ediliyor. Girişinden itibaren inanılmaz bir manzara sizi bekliyor. Viyana’da saray içlerini gezdiğimizden bu sefer bahçe turu yaptık. İnanılmaz büyük bahçesini bitirmek mümkün değil ancak hem bir noktada çayla kahvaltı yaptık hem de bir buçuk saat boyunca gezebildiğimiz her yeri gezdik.
One Nation’a yola çıktık. Orta kalınlıkta Columbia montların 80 euro’dan başladığı, ayakkabıların 80-100 euro arasında değiştiği ülkemize göre çok uygun bir yer. Ancak asıl indirimlerin aralık ayında olduğunu öğrenip ayrıldık. North Face mağazasında fiyatlar 2 katıydı.
Plansız avm turumuzu telafi etmek için periferikten süratle Paris’in kuzeyine yola koyulduk. Sacré-cœur Bazilikası tüm ihtişamıyla önümüzde duruyordu. Ahmet Öre’nin haklı tavsiyesiyle tura bazilikanın arkasından başlamak ve öne doğru yokuş inerek devam etmek gerekiyor. Plana uyduk. Gideceğim yerlere gitmeden Pro Walks adlı YouTube kanalından şehirlerde yapılmış yürüyüş turlarını mutlaka izliyorum. Hem ilginç ipuçlarını görüyor hem de alıştırma oluyor.
Ressamlar Tepesini gezdik. Paris’te en ucuz hediyelik alabileceğiniz ve uygun fiyatlı yemek yiyebileceğiniz ikinci yer de burası. Bazilikanın içinden ziyade merdivenlerinde oturmak ve Paris manzarası seyretmek paha biçilmez. Aşağı doğru ilerleyip yüzlerce dilde Seni Seviyorum yazan Wall of Love’a, oradan da ünlü Fransız restoranlarından Bouillon Pigalle’e gittik, yarım saat sıra bekleyip ortalama bir yemek yedik.
Ben bu sefer tavuk denedim, soğuk şampanya iyiydi. Başlangıç olarak gelen mantarlı buharda hafif pişmiş fasulye iyiydi. 35 euro hesap ödedik.
Buradan okul arkadaşım Hakan’la buluşmak için Saint Germain bölgesindeki ünlü Les Deux Magots pastanesine oturduk. İngilizcesi çok zayıf bir menü ve garson ordusu ile karşılaştık ve “tepsi ile getirin, oradan seçelim” demek zorunda kaldık. Güya burası çok turistik yer. Siparişlerin bir kısmı geldi, bir kısmı gelmedi derken inanılmaz bir rüzgâr ve yağmur başladı. Hemen iç kısma geçtik, bir masa kapamadan ayakta kalakaldık. Siparişleri ayakta tüketmeye başladık, bu arada %90’lara varan bir nem ve bütün kafe burnundan soluyor. Yarım saat içinde sular çekildi ve oturup bir şeyler içebildik. Güzel bir sohbet en büyük ödülümüz oldu. Bu arada Hakan’a ve eşine yaklaşan doğumlarında sağlık ve uzun ömür diliyorum. Doğum demişken Fransa’da gelişmiş tüm ülkelerde olduğu gibi sezaryen bir istisna, özel durumlarda uygulanıyor. Bu yüzden hamile çiftimiz her sancı geldiğinde koştur koştur hastaneye gidiyorlar ve doğum olmayacağı anlaşılınca evlerine dönüyorlar. Bunu defaatle yaşamışlar. Eski Türkiye’de de böyle şeyler olurdu. Şimdi yemek rezervazyonu gibi sezaryen yapılacak saat dahi belli.
Bu arada üç yaşından itibaren eğitim zorunlu. İsteyen yemek parasını ödeyip çocuğunun yemek yemesini isteyebiliyor, bunun dışında eğitim ücretsiz.
Burada iklime de bir parantez açalım. Fransa büyük bir coğrafya ve farklı iklimler var. Paris ülkenin kuzey batısında ve okyanusa yakın. Dolayısıyla denizden ne gelirse havada o oluyor. Sabahları çok sıcak bir hava vardı tatil boyunca ancak öğleden sonraları mutlaka sağanak yağış, akşamları bazen soğuğa varan esintiler oldu. Yağmurluğunuz, ince bir montunuz mutlaka olsun. Ben sıcağa rağmen taşıdım ve pişman olmadım. Yine güneş gözlüğü ve şapka olmazsa olmazlardan.
Kafeden çıkıp eski bir kilise olan ve devrimden sonra anıt mezara dönüştürülen Panteon’a yürüdük. İçinde kimler yatmıyor ki? Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, Victor Hugo, Émile Zola, Pierre ve Marie Curie, Alexandre Dumas.
20.yy. siyaset ve politika alanında büyük tesirleri olan Sorbonne Üniversitesinin yerleşkesine gittik. Hemen yakındaki “Emily in Paris” dizisinin çekildiği apartman ve restoranı gördük. Bu arada ıslak mendil ihtiyacımız hasıl oldu. Islak mendili paketlerin üzerinde yazdığı gibi wet towel olarak kimseye anlatamadım, wet napkin de hak getire. En son bir tane buldum, lingettes desinfecantantes diyorlar, dezenfektan özellikli ıslak mendil, kırklısı 1,2 euro.
Nehir kenarına aşağı doğru yürüdük ve son yangından sonra yine tadilata alınan Notre Dame Katedrali’ne gidip seyir merdivenlerinden burayı izledik. Hemen karşısındaki ünlü sahaf Shakespearre and Company’yi gördük. Yolda her köşe başında gördüğümüz krepçilerden birinde durup Nutella’lı iki krep aldık. Bir özelliği yoktu.
Yolun hemen karşısındaki metro ile bu sefer RER’in Robinson durağı üzerinden otele döndük. Yürüme süremiz azaldı ve banliyöleri daha yakından görme imkânımız oldu.
Louvre. Görünüşü, içinde sakladıkları ve ihtişamıyla inanılmaz bir yer. Uzun, geniş, kocaman ve yorucu. Eski bir kale, sonra saray, şimdi ise müze. Hiç acelemiz yoktu. Bütün günümü ayırsam üzülmeyecektim. Sabah metro ile geldik. Eric Kayser isimli kafede güzel bir kahvaltı yaptık, enerjimizi topladık. İnternetten bilet alırken çok zorlandık çünkü web sitesi çok eski ve yavaş. Sonunda 12.30’a bilet alabildik. Bilet saatinden yarım saat önce sıraya geçin, yoksa boşa bekliyorsunuz ve çıkarıyorlar sıradan. Bu süreyi etrafını gezerek kullandık. Grupların girdiği farklı girişleri keşfettik. Oldukça sıcak bir havada bekleyen binlerce insanla sabırla bekledik içerideki hazineyi görmeyi.
İçeri girdik. Sırf tecrübe etmek için çantalarımızı vestiyerdeki şifreli dolaplara bıraktık. İlk hedef Mona Lisa. Artık önünde turnikeler var ve sıra ile alıyorlar. Mısır, Roma, Özgürlük, en ünlü 10 eser, özel Napoli sergisi, kapalı alanlar, en alt kattaki sur duvarları, Odalık, Da Vinci derken klimasız 4 saat geçirdik. Çıktığımızda inanılmaz yorgun ve mutluyduk.
Kalan tek hedefe Père Lachaise Mezarlığına yola koyulduk. Bir aktarma ile hemen önünde indik. Girişini sorarak bulduk ancak kapalıydı. Polislere sorduk, biri yağmur çok yağdı kapandı dedi, biri bu saatte kapanır, normal dedi. Neticede Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret edemedim. Aramızda duvar da olsa 2 metre mesafeden ona babamla benim sevgi ve saygılarımı ilettim. Paris’te içimde kalan tek şey bu oldu. Dönüşte metro birkaç durak gitti ve herkes bir anda inmeye başladı. İngilizce yine bir açıklama olmadı. Bizi gören genç bir kız “inmeniz lazım” dedi, “trenin önünde bir çanta varmış, bomba ihtimali var.” Eşimle birlikte kendimizi yere atarken camların patladığını ve trenin sarsıldığını hatırlıyorum. Sonra silahımı çekip “Seni küçük piç kurusu…”
İçim geçmiş, öyle bir şey olmadı tabii. Metrodan inip başka bir hata aktarma yaptık. 2. bölgede çok ünlü tatlıcılardan Stohrer’e geldik. Makaronundan keklerine inanılmaz bir deneyimdi. Herkese tavsiye ederim. Biraz daha aşağı yürüyüp kafelerle dolu birkaç sokaktan geçtik. Ticaret Borsa binasını ve LV binasını geride bıraktık. 3. Alexander Köprüsü’nde LV’nin şov hazırlığı devam ediyordu.
Çok methedildiği için Latin Mahallesi’ni bir kere daha gezmek istedik. Bu arada çok yorulduk ama zamanlamayı ayarlayamadım ve yolu fazla uzattım. Şekspir’in yanındaki bir restorana oturduk. Büyükçe soğuk bir bira söyledim, kaz ciğeri ve pizza siparişi verdik. İşletmeciler Hintli olduğundan mı bilinmez, menüde elimle göstermeme rağmen kurbağa bacağı getirdiler. Sosuna ve porsiyonuna baktım, hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Madem Fransız yemekleri yenecekti ve Vedat Milor bile abartmayın böyle şeyleri demişti, yumuldum. Tavuk-balık arası, yoğun sosu ile lezzetli ve doyurucu bir yemekti. 45 euro tuttu.
Hemen köşedeki La Crème de Paris Notre-Dame isimli kafede Notre Dame manzaralı ünlü dondurmalarını yedik. Karşıdan metroya atlayıp otele döndük.
Sabah 9.30’da havaalanına hareket etmek üzere otelden çıktık. 12:35 uçağı ile dönecektik. Bir arkadaşım bırakmak için ısrar etti, kıramadım. On dakika geçmedi ki bulunduğumuz yerden periferike bağlantı yolunun ve periferikin bir kısmının tamamen tıkalı olduğu ve +50 dk. yolculuk süresi yazdığını gördük. Dahası alternatif bir yol önermiyordu zira CDG’ye giden tek yol periferikten geçiyordu. 500 metre yolu 55 dakikada gittik ve uçağa binemeyeceğimizden iyice emin oldum. Motorla ya da bir metro durağından gidebilir miyiz diye hesaplar yapmaya, arkadaşları aramaya başladım. Kimi arasak trafikten şikâyet ediyordu. Saat 11 olmuştu ancak biz daha periferike yeni girmiştik. Google Maps’in şöyle bir azizliğine uğrayabilirsiniz. Yol diyelim 50 dk. görünüyor. Siz zaman geçtikçe rakamın azalmasını bekliyorsunuz ama bırakın azalmayı artabiliyor. Biz de maalesef bunu yaşadık. Neyse ki büyük mücadeleler ve şansın yardımıyla 11.20’de CDG giriş kapısında idik. Giriş kapısında da araç sırası olduğundan 200 metre önce inip valizlerle koşmak zorunda kaldık. Arka bagajımız olmadığından bir ümidim vardı ama yine bile kalabilirdik. Check-in’i bir gün önce yapmıştım. Kapıdan nasıl geçtiğimizi, pasaport kontrolünde özür dileyerek nasıl öne geçtiğimizi hayal meyal hatırlıyorum ama 5 dakika içinde valiz kontrol sırasındaydık. Su gibi olmuştuk. Esenboğa’da bile bu kadar hızlı hareket edemezdik. Burada alkışın bir kısmını hızlı hareket eden ve tabelaları iyi takip eden kendime istiyorum. Sırada iken başka Türk vatandaşlarını da gördük, hepsi trafikten ve uçağa yetişememe korkusundan bahsediyorlardı. Gergin bekleyişten sonra İstanbul yolcularını öne çağırdılar ve hepimiz kontrolden geçtik. Az sonra trafik sebebiyle tüm uçuşların bir saat ertelendiğini öğrendik ve çok şık bir bekleme noktasında beklemeye koyulduk. Düşününce hâlâ hayal gibi geliyor. O gün bindiğimiz tüm uçaklar 1-2 saat rötarlı kalktı ve eve beklenenden 5 saat geç ulaştık. 5 dakikada koşarak giriş, oradan pasaport, oradan valiz kontrol. Hem de CDG’de.
Fransız mutfağına dair beklentilerim yüksekti. Kahvaltılıklar ve atıştırmalıklar iyi olsa da ana yemek olarak üst düzey bir yemek yemedim. Lüks bir öğün için Michelin yıldızı olup öğle yemeklerinde 50-60 euroluk uygun menüler sunan restoranları işaretlemiştim. Ancak program yoğunluğu sebebiyle gidemedik.
Ahmet Öre’nin tavsiye ettiği pasajlara giremedim. Program yoğundu, bulundukları yerler de pek yakın değildi. Bir dahaki sefere. Keza Abidin Dino’nun favori kafesine de uğrayamadık.
Simge yapılardan Moulan Rouge’un çok yakınına kadar gitmemize rağmen dostları daha fazla bekletmemek için göremeden ayrılmak zorunda kaldık. Viyana’daki gibi biraz şurada oturalım, bir keyif kahvesi içelim diyecek zamanımız olmadı. Sonuçta Viyana’nın 2,5 katı büyüklükte bir şehir ve görülecek daha çok şey var.
Gelelim eşimin teşhislerine. Daha önce İspanya ve İtalya’yı baştan sona görmüş, Viyana’yı karış karış gezmiş biri olarak “Kendimizi ilk defa bir şehirde güvensiz hissettik.” dedi. Bir kere şehir temiz değil. Metro ve tramvay hatları eski ve bakımsız. Merkezden uzaklaştıkça bu durum kötüleşiyor. Bilet gişeleri adam öldürecek boyutta ve sert kapanıyor. Hızlı olmazsanız zarar görebilirsiniz. Başta siyahiler olmak üzere banliyölerde neredeyse kimse bilet basmıyor. Irkçılık yapmıyorum, bir ara Afrika kökenlilere ücretsiz mi diye bile düşündük. Otobüs şoförleri de buna ses çıkarmıyor zira görevim değil modundalar. Bilet kontrolü yapanlar ayrı ve habersiz denetleme yapıyorlarmış. Bilet bassanız da okumayan, okusa da kapısı açılmayan gişelere denk geldik. Metro birkaç sefer çeşitli sebeplerle durdu ya da gecikti. Banliyölerde hayat erken bitiyor, açık havada alkol tüketen ve nara atan tipler gördük. Bir tatsızlık olmadı ama turist olarak tedirgin olduk. Viyana’da çok memnun kaldığımız B&B Otel’den aynı performansı göremedik. Bundan sonra otelde kriterler temizlik ve metroya yakınlık. (Otobüs bile değil)
Paris gezisini de bu duygu ve düşüncelerle tamamladık. Bir sonraki rotanın Prag ya da Mısır olmasını planlıyorum. Görüşmek üzere.
25 Haziran 2023
Dolar | 34,5193 | % 0.16 |
Euro | 36,4470 | % 0.25 |
Sterlin | 43,6797 | % 0.12 |
,00 | % 0.00 | |
,00 | % 0.00 | |
Çeyrek | 5.070,00 | % 0,33 |
G. Altın | 2.957,97 | % 0,79 |
BIST 100 | % | |
% 0.00 | ||
B. Cash | ,00 | % 0.00 |
Bitcoin | |
Ethereum | |
XRP | |
Bitcoin Cash | |
EOS | |
Litecoin | |
Binance Coin | |
Bitcoin SV | |
Tether | |
TRON | |
Stellar | |
Cardano | |
Monero | |
Dash | |
IOTA |