Bayram tatilini planlarken aklımda belli bir şehir yoktu. Nisan ortasına denk geleceği için hava genel anlamda gezmeye uygun olacaktı ama rota ne olmalıydı?
Google uçuş sekmesinden Antalya kalkışlı destinasyonlara baktığımda Orta Avrupa’da uygun yerler gördüm. Paris, Prag, Viyana, İtalya gibi popüler yerlere gitmiştik. Kuzey Avrupa vardı ama bu mevsimde soğuk olurdu. Hem uygun uçak bileti hem de hava şartlarını düşünerek Zürih’te karar kıldım. Ancak Zürih çok büyük bir şehir değildi ve bayram tatilini daha iyi değerlendirmek lazımdı. Yakın ve görmek isteğim şehirleri eklediğim bir plan yaptım. Antalya-Zürih-Salzburg-Münih-Stutgart.
8 Nisan sabahı erkenden havaalanına gittik, Antalya Havalimanı 2. etabını açtı ancak check-in vs. işlemler ilk terminalden yapıldığından otobüsler ile yaklaşık 15 dk. taşınıyorsunuz. Haliyle yolculardan çok sayıda mırıldanma ve eleştiri yükseliyor otobüste. Uçuş 4 saat sürüyor, 1 saat geri alıyorsunuz saatleri ve 9.15’de iniyorsunuz. Uçaktan inip 2 adım attık atmadık, silahlı 4 polis apronu kesmişti. Tek tek pasaportlarımızı kontrol ettiler. Siyahi birkaç yolcuyu kenara ayırdılar. Şaşkın ve meraklı şekilde kontrollerden geçtik ve iki kat aşağıda bulunan metroya bindik. Youtube’da bilet nasıl alınır, nasıl şehir merkezine gidilir tarzı çok video var, izleyebilirsiniz. Metro sistemi çok gelişmiş, merkeze 2 ayrı hat gidiyor. Biri yavaş ve 3,5 İsviçre Frangı, diğeri hızlı ve 7 Frank. Ben hızlı olandan aldım ve 20 dakikada Zürih merkez istasyonuna vardık. Para birimi CHF, Euro’ya denk gibi. AB üyesi değil ancak Schengen vizesine tabiler.
İsviçre, 26 kantondan oluşan bir ülke, federal merkez Bern, Zürih en meşhur şehir. %70 oranında Almanca konuşuluyor. Nüfus yaklaşık 10 milyon ve kişi başı gelir bizim 10 katımız. Avrupa’nın en zengin ve refah düzeyi yüksek ülkelerinden. Pek bilinmese de çok kahraman ve savaşçı bir millet; Papa’nın muhafızları boşuna palyaço gibi giyinmiş İsviçreli muhafızlardan oluşmuyor. Orta Çağ’daki mezhep savaşlarında son askerine kadar şehit olan muhafızları var bu birliğin ve bu özellikleri sebebiyle halen bu muhafızlar hizmet ediyor Papa’ya. Dönemin en iyi savaşçıları bu ulustan, krallardan din adamlarına parasını veren herkesi canları pahasına korumuşlar. Girdikleri savaşlarda da üstünlük sağlayınca bu toprak parçasına 1100’lü yıllarda yerleşmiş ve o zamandan beri yurt edinmişler. Germen ırkına mensuplar.
Merkez istasyonunda 10 dakikalık bir aktarma ile Booking’de Türklerden çok olumlu yorumlar alan otelimize vardık. Otel metro istasyonuna 350 metre mesafede. Etrafı okullar, kreşlerle kaplı, sessiz bir bölge. Bahçelerinde türlü oyuncaklar olan okulları, iki-üç yaşında üzerlerine fosforlu yelek giyip bakıcıları tarafından yürütülen çocukları görünce biraz şaştık. Bizde olsa…
Zürih’te otel fiyatları Avrupa’nın 1,5-2 katı. Dolayısıyla şehir merkezinde kalmayı tavsiye etmiyorum. 3 yıldızlı bu otele gecelik 130 Euro verdim. Otelin ortak bir mutfağı ve kafesi var. Avrupa genelinde check-in saatleri 15 olmuş, erken gidip valizleri bırakmak istedik, neyse ki oda hazırdı.
Valizleri bırakıp metro ile şehir merkezine döndük ve tura başladık. İnişli çıkışlı bir eski şehri var Zürih’in; merkezi bir eski meydan, etrafında kiliseler, barlar, restoranlar, kafeler. Tipik bir Avrupa şehri. Birkaç farkla: Trafikte bu kadar lüks aracı bir arada hiç görmemiştim. Bazen bir ışıkta 3-4 Ferrari yan yana bekliyor, arkalarında en lüks Mercedes’ler. Keza, yerliler çok şık giyiniyor. Ofis çalışanı olduğu belli insanların bile ellerinde bizim için oldukça lüks çanta ve aksesuarlar var. Hiçbir Avrupa şehrinde bu derece lüks görmemiştik. Bu durum fiyatlara da yansıyor. Yeme içme de yine 1,5-2 kat pahalı. Ayrıca şehir gerçekten sessiz. Gürültü, korna neredeyse yok. Zürih güneye doğru Zürih Gölü ile sarılı ve hem yüksek dağlar hem de göl bir arada. Kısa mesafelerde yaşadığınız bu inanılmaz değişim şehrin albenisini bir kat daha arttırıyor.
Schanzengraben, Lindenhof tepesi, St. Peter Kilisesi, Münster, Gross, Frau köprüleri, Rottes Schloss, Münsterhof Brunnen fıskiyesi gezdiğimiz başlıca yerler. Şehir merkezini ve gölün etrafını boydan boya turladık. Hava soğuk olur diye mont ve berelerimizi almıştık, sıcak ve basık bir havada yürümek bizi zorladı. Montları belimize dolayıp sık sık soğuk bir şeyler içtik. Her sokakta küçüklü büyüklü çok sayıda park var ve çok temiz. Buralarda sık sık mola verdik. Fifa Müzesine kadar gittik. Birkaç yerde gördüğümüz Migros’lardan birine girip soğuk içecekler ile atıştırmalıklar aldık. Burada hayatımda yediğim en büyük ve lezzetli yeşil üzümleri yedim. Oradan şehrin güneydoğusuna doğru yürüdük. Buradan Zürih Opera binasına geldik. En etkileyici yapılardan. Oradan sanat evine yürüdük ve iki kuleli kilisenin bahçesinde dinlendik.
Yemek için en ideal turistik mekânlardan Zeughauskeller’e girdik. Alman mutfağı sosis ve soslu tavuk ağırlıklı. Şinitzel ve tavuk dışında ünlü bir yemekleri yok. Bu iki yemekle birer yerel içki içtik ve 75 Euro kadar hesap ödedik. Oradan Zürih Gölü manzarası ile güneşi batırdık ve Zürih’e geliş amaçlarımızdan çikolata dükkânlarını gezmeye başladık. En dikkat çekicisi Laderach. Kokusu, dokusu, her şeyiyle üst düzey bir ürün. Akşam turundan sonra otelimize döndük.
Ertesi sabah ilk tren yolculuğumuz için valizlerimizle çıktık ve otelimize yakın bir kafede güzel bir kahvaltı yaptık. Hafif yağmur atıştırdı ve hava serinledi, bu duruma sevindik bile denebilir, zira bir gün önce bunalmıştık. Çikolata dükkânları ile birkaç avm’yi gezdik. Bu gezide denk geldiğimiz her avm’ye fiyat kıyaslaması için girmeye özen gösterdim. Zürih HBF’nin (merkez istasyonu) içini de karış karış gezdikten sonra yolculuk için atıştırmalıklar aldık, kitap-dergi mağazalarına ve hediyelikçilere girip trenimize atladık. Valiz bırakmak isteyenler için kiralık kasaların dakikası 0,08 CHF; oldukça pahalı.
Salzburg, hem geçen sene Viyana’ya gittiğimizde uğramadığımız hem de yakın arkadaşlarımdan çok giden olduğu için merak ettiğim bir yerdi. 4,5 saatlik, müthiş İsviçre manzaları ile dolu, 35 euroluk bir yolculuktan sonra Salzburg’a akşam vakitlerinde vardık. Laf olsun diye söylemiyorum; hayallerimizdeki köy tanımı bu olsa gerek. Zira şehre yakın, metro ile ulaşım mümkün ve modern mimari örnekleri ile dolu bir kırsalı var Zürih’in.
Salzburg Hbf’den on beş dakikalık bir yürüyüşle Dört Mevsim otelimize geldik. Otel vintage diyebileceğimiz, merkezi ve güzel bir oteldi. Çantalarımızı bırakıp şehir merkezine yürüyüşe çıktık. Hava soğuk ve caddeler tenha idi ancak o tarihî doku kendini hemen belli etti. Ünlü İtalyan zincirlerinden L’osteria’ya geldik. Burada çok iyi bir pizza, mantı ve yerel içecekler ile karnımızı doyurduk. Otele dönüp dinlenmek yerine o karanlık ve rüzgârda eski şehrin neredeyse tamamını gezdik. İn cin top oynuyordu ama biz sanırım tüm ara caddelere girdik. Geç saatte otelimize döndük.
Şehrin adı “tuz şehri” demek, Salz+Burg. 160 bin nüfuslu, 450 metre rakımlı, küçük bir şehir. Nazilerin işgali altında zulüm gören ve nehir üzerindeki köprülerin esirlere yaptırıldığı bir şehir burası.
Sabah erken kalktık ve ünlü Boşnak sosisi ile kahvaltı yapmak için yola çıktık. Andre Kilisesi, Mirabelle sarayı, St. Sebastian mezarlığı, Mozart evi yol üzerinde uğradığımız yerler. Zaten Avusturya demek, şatafat ve saray demek. Bu arada Mozart’a dair kısa bilgi verelim. Salzburg’da doğuyor, babası hırslı ve manipülatif biri. Çocuğun yeteneğinden genç yaşta yararlanmaya çalışıyor ama dönemin şehir elitlerinden herkesle geçinemiyor ve belli bir süre sonra sürgün ediliyor. Kalan hayatını Viyana ve diğer şehirlerde geçiriyor Mozart. Yine de adını taşıyan pembe bir ev ve 5 euro’dan satılan biletleri var.
Balkan Grill Walter turistik bölgenin biraz dışında, ayak üstü satış yapan, ekmek arası ince sosis satan bir yer. Bir özelliği yok, fiyatlar ucuz. Tam yürüyüşe başlayalım demiştik ki gezginlerin en büyük kabusu yoğun bir yağmur başladı. Şemsiyemiz, kıyafetlerimiz uygundu ancak biz de bir sığınak bulduk ve yaklaşık bir saat kapalı alanlarda oyalandık. Yağmurun azalması ile dünyaca ünlü Cafe Fürst’e girdik. Mekân Mozart çikolatalarının üretim yeri, yaklaşık 200 yıllık. Hava kapalı olunca dış mekân masaları toplamışlar, içerisi küçük, şirin bir kafe, tatlılar çok davetkâr. Kahve ve lezzetli çikolatalı tatlılarla kendimizden geçtik, hediyelikler aldık.
Görkemli Salzburg katedrali, Salzburg sarayı, Dom meydanını gezdik. Stefan Zweig’ın bir dönem yaşadığı tepedeki müzesine doğru çıktık.
Uzak mı, çıkılır mı, tramvay nerede derken yeşilliklerin arasından oldukça dik bir yokuşu aşarak Hohensalzburg Kalesi’ne geldik. Giriş 11 euro. (Gidiş dönüş teleferik dâhil) Kalenin şehre hâkim bir manzarası var ve en görkemli yapı. Küçük bir gözetleme kulesi olarak yapılmış 11. yy.da ve eklemelerle bu zamanki halini almış. Yapılan tadilatlar, kimlerin kullandığı, tanıklık ettiği olaylara dair pek çok yazı, video ve anlatım var kalede. 3-4 saatinizi ayırabilirsiniz.
Benim en çok dikkatimi çeken şu oldu: Salzburg ilk kurulduğunda Katoliklerin önemli bir merkezi. Öyle olmasa o katedral o kadar büyük olur mu zaten. Protestanlık yayılmaya başlayınca köylüler tarafından büyük teveccüh görüyor. Halk Protestan, yönetici elit ve din adamları Katolik gibi bir durum çıkıyor ortaya. Vergiler, savaşlar derken köylülerin otoriteye karşı Avrupa’daki en büyük isyanlarından birisi Salzburg’da başlıyor. Bu uğurda can veren köylü liderler ile muhalif din adamlarının atıldığı zindanlar da kalede.
Aşağı teleferikle indik ve hediyelikçilerden kar küremizi aldık, oradan şehri ikiye bölen Salzach Nehri boyunca kuzeye doğru yürüdük. Biz gidemedik ama programı uygun olan ve doğa manzarası meraklılarının Hallstatt’a günlük turlarla gitmesini tavsiye ederim.
Valizlerimizi alıp PitterKeller’de oldukça ağır ve doyurucu bir yemek yedik ve istasyona geldik. Atıştırmalıklar ve hediyeliklere bakıp trenimize bindik. 2 saatte Münih’e varacaktık. Bu gecenin bir hayli uzun olacağını hiçbirimiz bilmiyorduk.
2 saat süren hızlı tren yolculuğundan sonra Münih’e yaklaştık. Tabletimden bir şeyler okuduğumdan gezi boyu boynumda asılı olan ve içinde pasaporttan cüzdana her şeyin olduğu çantamı ön koltuğun yanındaki askıya asmıştım. Bilgilendirme ekranından trenin Münih’e yaklaştığını görünce toplanmaya başladık. Ancak diğer trenlerde vagonun ortasında olan büyük bilgilendirme ekranı yerine bu trende kapılara yakın yerde küçük ekranlar vardı. Münih’te dikkat edilmesi gereken şey şu: Münih’te iki tane hızlı tren durağı var. Biri Münih doğu girişi durağı (ost), diğeri merkez durağı (hbf). Tren durakta durdu, valizlerle dışarı çıkıp bir adım atmıştık ki boyun çantamın olmadığını fark ettim. Hemen kapıya uzanıp kapı açma tuşuna bastım ancak kapı açılmıyordu. Trenin önüne doğru, sürücünün bizi görmesini ümit ederek el-kol hareketleri yaptık, bağırdık ama tren gözümüzün önünde yavaş yavaş ayrıldı perondan. Bu arada etrafımızda gelip anlamsızca konuşan tipler belirdi. Ortalık tam bir keşmekeş. İlk şoku atlatıp istasyonun içine girip başvurabileceğimiz bir yer aradık. SOS yazan bir otomat gördük ve düğmeye bastım, çok bozuk bir İngilizce ile itfaiyeyi aradığımı söyledi. Ben kısaca olayı anlattım, nereye başvuracağımı sordum. Güvenlik görevlilerine gidin dedi. Metro çıkışında 5 kişilik bir güvenlik ekibi gördüm. Durumu anlattım. Bunlar özel güvenlik olduklarını, polis olmadıklarını, metro içinden sorumlu olduklarını söylediler. Yalnız adamlar zebella gibi, silahlı, kelepçeli, biber gazlı; tam teçhizat. Nasıl özel güvenlik, anlamadım. İstasyon içindeki polis noktasına gitmemi söylediler. Bir gişe memuruna karakolun yerini sorarken Türkçe konuştuğumuzu anladı ve bize yolu tarif etti. Karakol kapısına gittik, sadece bir mikrofon ve kocaman, metal bir kapı. Düğmeye basıp durumu anlattım, elimizde koca valizlerle merdivenlerden çıkıp tek göz bir odaya geldik. Bizle polisi koca bir cam ayırıyor, birbirimizi görüyor ama düğmeye basıp konuşuyoruz. Durumu hızlıca ve biraz bağırarak izah ettim, sakin olmamı söyledi. Ancak acele etme nedenimi anlamıyordu. Ben trenin önünün kesilebileceğini ya da bir sonraki durakta çantanın bir yetkiliye teslim edilmesini sağlamayı düşünüyorum ama kimse oralı değil. Çünkü tren Avrupa boyunca devam edecek, kim bilir nereye. Benim ise 3 gün sonra Stuttgart’tan dönüş biletim var! Bu arkadaş eline bir kalem aldı, verdiğim tren, vagon bilgilerini aldı. Telsizle birkaç yere bildirdi. Arada sorular soruyor, çağrı yapıyor. Bir ara tren şirketini arayabilir miyiz dedim. Demez olaydım. Şirketin adı Westbahn’dı ve bir Avusturya firması imiş. Avrupa Birliği olmasına rağmen Alman Federal Polisi’nin trene girme, trende arama yapma yetkisi yokmuş! Çüş! Trende adam öldürseler? Yani treni bırakın durdurmayı, içeri bile giremeyecektik. Birkaç aramadan sonra cevap alamadı. Bulan biri olursa nereye bırakırlar, nereye gidelim deyince “Münih hbf’ye gidin” dedi. “Kardeşim, biz zaten hbf’de değil miyiz?” deyince “Burası ost durağı” dedi. Neeee!
Çantayı unuttuğum yetmedi bir de bir durak erken inmiştim. Moralimin bozulduğu, kendime güvenimin azaldığı ama pes etmemem gereken bir an daha gelmişti. Süratle oradan ayrıldık ve metroya atlayıp 5 dk. uzaktaki hbf’ye geldik. Almanya’daki tüm hbf’ler tadilat halinde, dolayısıyla ortalık ana baba günü. Güç bela bir gişe memuruna durumu anlatırken bizi yanda oturan Türk kökenli birine yönlendirdi. “Bu çocuk işimizi halleder.” diyerek biraz rahatladım. Saat gece 11’i geçiyordu ve çantaya ulaşma şansımız azalıyordu. Çocuk yetki karmaşası olayını anlattı ve Viyana merkezi aramaya çalıştı. Zira bu trenlerde bulunan malzemeler Viyana’ya gidiyormuş. Alman firması olsaymış her istasyondaki kayıp bölümüne gidermiş. Şansa bak! Nereyi arasa bir çözüm bulamadı ve polise gitmemizi salık verdi. Firmanın sosyal medya hesaplarına mesaj ve mailler yağdırıyorum bir yandan. Cevap veren de yok.
Merkez istasyondaki polis karakolunu ararken bir temizlikçi grubuna denk geldim. Artık Türk olduğumuzu anlasınlar diye hem eşimle yüksek sesle Türkçe konuşuyor hem de isimliklerine bakıyordum. Bir Karadenizli hemen geldi ve trenin Alman firması olsa çantayı şıp diye getirteceğini, ancak yabancı firmaya bir şey yapamayacağını söyledi. Artık tren nereye gitmiş, gittiği yere gidip önünde yatalım, sabah çantayı alırız durumuna geldim, zira içinde çok nakit olmamakla birlikte pasaportlar var. Konsolosluğa gidip işimizi görebiliriz ama kimlik, ehliyet, banka kartları vs. hepsini baştan çıkarmak. Dahası otele gireceğiz, hangi kimlikle! Bu firmanın trenlerini nereye park ettiğini polis dâhil bilen yok. Polis karakolu önünde kaldırım çalışması yapan ekipten bir çocukla göz göze geldim ve hemen “Türk müsün, ne oldu?” muhabbeti başladı. Polisin kapısını çaldı, Almanca durumu anlattı, polis ismini almaktan geri durmadı. Bizi gözaltı bölümüne değil de ofislerinin yanında üzerinde biraz sidik olan bir banka oturttular. Gözaltında iki ergen yüksek sesle şarkı söyleyip gürültü yapıyordu. Münih tatiline bakın! Bir önceki duraktan polisin telsizle çağrı yaptığı polis hemen yanımıza geldi. Daha sempatik, anlayışlı biriydi; bize durumu anlattı, trenin biz indikten 5 dk. sonra buraya geldiğini, son durağın burası olduğunu, trenin yerini bilmediğini ama kameralardan istersek bakabileceğimizi söyledi. “Kayıp çantalar Viyana’ya gider” ve “Trenin içine giremeyiz” kuralları geçerli idi. Birkaç yerle görüştükten sonra trenin temizlendiğini ve kilitlendiğini, sabah mesai ile trenin içine girebileceğimizi söyledi. Biraz olsun rahatlamıştık. Beklemenin kimseye faydası yoktu, stresten yorulmuş, susamıştık. Otele bir şekilde girebilirdik. Gidelim mi diye konuşurken bir anda bir çantanın bulunduğunu, ekiplerin yolda olduğunu söyledi. Nasıl sevindik, anlatamam. Teşekkür ettik, “Zaten 1. Dünya Savaşı’nda müttefiktik, siz yenilince biz de yenildik” diye esprilere falan başladım. Kendi çantamın tarifini ve içinde neler olduğunu da sayıp döktüm ki bir şüphe kalmasın. Yarım saat sonra başka bir çanta gelmesin mi! Ne kadar umut ışığı varsa söndü içimde. Buldukları çantadaki pasaportları, cüzdanı alıp bundan sonra adımın Hose Armando Salazar olmasına bile razıydım. Üzgün vaziyette telefon numaramızı bıraktık ve sabah ayrılmak üzere karakoldan çıktık. 20 metre gittik gitmedik, arkadan koşarak aynı polis geldi ve bir çantanın daha bulunduğunu, Westbahn treninden çıktığını, bekleyebileceğimizi söyledi. Yine bir umut yoksa sönük bir köz mü demeli. Karakola tekrar oturduk, yanda ergenler “bunlar yine mi geldi” diye bizi süzüyor, polisler bile bizden bıkmaya başladı. Çantamın içindekileri yine saydım, resmini gösterdim. Bir şeyler söylüyor telsizden ama bize bahsetmiyor. Daha fazla uzatmayayım, gergin yarım saatlik bir bekleyişten sonra soldaki kapı açıldı, iki polisten öndekinin elinde benim emektar, lacivert çantamı gördüğüm andaki mutluluğumu unutamıyorum. Eşimin hemen gözleri doldu, ben polislere teşekkür ediyor, bira ısmarlamayı teklif ediyorum. İçine bakmak aklıma gelmiyor, zira içindeki malzemelerin dışarıdan nasıl göründüğü bile ezberimde, bıraktığım gibi aynı, çok eminim. Hatta içi boş olsa bile çantayı bulmaya bile sevinecek haldeyim! Az sonra içinde hiçbir şeyin kaybolmadığını, bir temizlik görevlisinin ta Viyana’ya gitmesin diye polise teslim ettiğini öğrendik. Bizim de her yere haber bırakıp telsizden anons geçirtmemiz etkili olmuş. Herkese sarılıp teşekkür ederek karakoldan ayrıldık. Kaldırımda çalışan çocuğa çantayı havaya kaldırarak selam verdim, gülümsedi. Saat 1’e geliyordu ama gece bitmekten çok uzaktı.
Metro durağına indiğimizde en yakın metronun 4 saat sonra olduğunu gördük zira metrolar Almanya’da gece 1 ile 5 arası çalışmıyor. Bu arada metronun içerisi sarhoş, serseri kaynıyor; yerlere pisleyen bile var. Hemen Google Maps ile farklı bir rota bulduk ve başka bir tren hattı ile otele vardık. Zürih’te olduğu gibi otellerin giriş saatleri genelde 15.00. Geç gireceğiniz zaman ise Booking’den bildirim göndermek çok işe yarıyor. Ben de malûm krizleri yaşayınca otele bir aralık mesaj atmış ve geç kalacağımızı söylemiştim. Evet, o kadar kriz arasında. Bunu söylememin bir başka nedeni de otellerde artık gece resepsiyonisti bırakmamaları. Bunun yerine size otel ve odaya giriş şifresi gönderiyorlar. Münih otelimiz de bana iki ayrı şifre göndermişti; biri kapı, biri oda şifresi.
Fakat otele geldiğimizde 50’li yaşlarda bir kadınla erkeğin valizlerinin üzerine uzanmış, soğuk havada beklediklerini gördük. Bir şeyler sorduğumda bizi anlamadıklarını görüp şaşırdım, zira İngilizce tek kelime anlamadıkları gibi Almanca da bilmiyorlardı. Tiplerine bakılırsa İspanyol gibiydiler ama İspanyolca da konuşmuyorlardı. Biraz uğraştıktan sonra ben otelin dış kapısını açtım ve içeri girdik. Alsam mı almasam mı bilemedim; sorumlu olabilirdim. Ellerindeki kağıtları kontrol edip rezervasyonları olduğunu gördüm. Brezilya’dan Avrupa’ya tek kelime bilmeden gelmişti arkadaşlar. Ama o halde bırakmaya da gönlüm el vermedi. Biz odamıza geçtik ve otel yetkililerine durumu anlatan bir mesaj gönderdim ama gören olmadı. Öte yandan acaba içeri girdiler mi, ne yaptılar; bilmiyoruz. Meraklanıp biraz da tedirgin aşağıya indim. Parmak ucuyla ilerleyip göz ucuyla baktım ki garipler içeri girmiş, dış kapının önüne çantaları koyup üzerinde oturmuşlar. Lobinin geniş olduğunu görünce çantalarını içeri taşımalarına yardım ettim ve kanepeye yatırdım ikisini de. Odama çıkmıştım ki bu sefer eşim wi-fi şifresi vermemizi, belki işlerine yarayacağını söyledi. Bana yine yol göründü, aşağı indim ki ikisi birden uyuyakalmışlar; kim bilir neler yaşadılar. Yaklaşınca adam hareketlendi, konuşmaları hep kadın yaptığı için ona yaklaştım ve konuştuğunuz dili algılayan bir web sitesi ile kadının konuşmasını sağladım. İspanyolca algıladı ve Google çeviri ile Türkçe İspanyolca çeviriye başladım. Ancak cümleler tam çevrilmiyordu, otel yetkililerine mesaja attığımı, burada kalmalarını söyledim, kadın teşekkür etti, nereli olduğumu sordu. Sonradan Brezilya İspanyolcası konuştuğunu, Google’da bunun olmadığını, yazdıklarımın ancak yarısını anladığını söyledi. Wi-fi şifresini verir vermez telefonuna bildirim yağmuru geldi, belki birine ulaşırlar ümidiyle yanlarından ayrıldım. Neredeyse ayağıma kapanacaklardı. Önce çantayı kaybedip bulmuş, şimdi de iki insana yardım etmiştim. Kalp atışlarımın dinmesini bekleyip uykuya dalmam saat 5’i buldu.
Sabah haliyle geç uyandık ve resepsiyona indik. Ben balonlarla bir karşılama bekledim ama gelen giden olmadı. Resepsiyona selam verip gece girdiğimizi söyledim, tepki dahi vermedi, geldiklerinde lobide yatan birini görüp görmediklerini sordum, yok dediler, iki Brezilyalı, gece gelip burada yattılar, sabah görmediniz mi, yok, sabah oteli açan adam bile görmemişti, gece geç giren siz varsınız dediler. Brezilyalı cinlerle temas kurmuştuk anlaşılan!
Geziye devam ettik. Münih rotanın yıldızı idi, tarihsel ve turistik önemi, büyüklüğü, nüfusu, Almanya açısından değeri ile ilk sıradaydı. Almanya’da 16 eyalet var, Bavyera 2. en büyüğü. Ayrıca Münih Almanya’nın Berlin ve Hamburg’dan sonra en büyük 3. şehri ve eyalet başkenti. Almanya’nın en güneyinde ve 1,5 milyon merkez nüfusu var. Toprak çok bereketli, karasal iklim görülüyor, Bavyera’nın yıldızı. Dahası efsanevi Oktoberfest’ten dolayı turist ağırlamayı iyi biliyorlar, bu yüzden biraz da pahalı.
Doğrudan şehir merkezine geldik ve gezimize Marienplatz’dan başladık. Tabii çantamı kendime zincirlemiş vaziyette. Rathaus, St.Peter, Viktualienmarkt, Sendlinger Tor, Asamkirche, St. Michael Kilisesi ve Karlplatz ilk duraklarımız oldu. Viyana gezisinden hatırlanabilir, kirsche kilise ve platz meydan demek. Bavyera Adalet Sarayı en güzel yapılardan. Bavyera opera binası çok güzel. Buradan lüks markaların olduğu Maximillian caddesine, eyalet meclisi ve parlamento binasına gittik. Isar Nehri üzerinden Maximilianeum’a ve aynı isimli parktan müthiş doğa manzaraları ile Friedensengel’e vardık. Doğaya zarar vermeden bir şehir nasıl kurulur, Münih’e bakın derim. Adım başı ağaçlar ve nefes alacak bir park. Sevdiklerimizin bayramlarını telefonla kutladıktan sonra masmavi bir havada Ulusal Müze’ye doğru yola çıktık. Kısa bir yürüyüşten sonra nehirde sörf yapan insanları seyrettik ve Hoffgarten’a geldik.
En büyük sürpriz şüphesiz burasıydı zira inanılmaz planlı ve harika bir park karşıladı bizi. Az ileride Odeonplatz tarafında Yahudi Soykırımı’nda kaybolan insanları anma ve tarihle yüzleşme gösterileri vardı. Güzel bir konser başladı az sonra. Biz de biraz şarkıları dinleyip karnımızı doyuracak bir yer bakmaya başladık. Marienplatz’daki dönerciler dışında tüm restoranların puanları kötü ancak acıkmış ve yorulmuştuk, en iyilerden birine girip âdet olduğu üzere tavuklu iki yemek ve salata aldık. Soslu tavuk ve sosis en iyi seçenek olduğundan pek tatmin ettiğini söyleyemem ama biralar kesinlikle denenmeli. Marienplatz’da akşam serinliği ile canlı gösteriler başladı, özellikle 5 kişilik bir grup vardı ki sanatçılardan oluştuğu çok belli ve yüzlerce insana güzel dakikalar yaşattılar. Ardından bir şeyler atıştırıp otelimize döndük.
Ertesi gün gezilecek yerlerin çoğunu gezmiş olmanın rahatlığı vardı, bir gün önce gezi rekorunu kırmıştık ama Almanya’ya biraz da alışveriş için gelmiştik. Marienplatz’ın hemen köşesindeki Galeria avm’ye girdik. Bir gün önce Karlplatz’a giden caddedeki küçük mağazalara girmiş ama burayı bırakmıştık. Altı katlı bir yer ve çok büyük. Giyim, aksesuar ve elektronik alet fiyatlarına baktık, Philips marka bir tıraş makinesi için girdim ancak Türkiye fiyatından çok farklı olmadığını gördüm.
Çanta ve ayakkabı gurusu eşim pek çok şey denedi ve beğendi ama yurt içi fiyatlarla bariz bir fark görmediğinden vazgeçti.
Yine de Columbia’nın sadece ülkemizde para ettiğini, dışarıda insanların neredeyse hiç giymediğini, North Face, Jack Wolfskin ve HH’nin çok daha yaygın olduğunu gördüm. Bizde ise statü sembolü. Marketlerden, avm’lerden birkaç örnek bırakıyorum.
Nerede olursa olsun, istediğiniz yemeği seçip ısıttırıp tepsinize doldurduğunuz, bir anlamda açık büfelere bayılıyoruz. Galeria’nın en üst katı suşiden Kore yemeklerine, biftekten salataya her şeyin olduğu bir yer. Avm’de yemek yenmez ezberimiz dolayısıyla bir gün önce gelmediğimize üzüldük ve bir şeyler yiyip çıktık. Bugün elimizde valizler olduğundan çok yol yapmamayı seçtik ve sakin geçti. Akşama doğru trenle Stutgart’a yola koyulduk. Bu sefer çantamı boynumdan çıkarmadım ve ona sımsıkı sarıldım.
İki saatlik bir yolculuğun ardından tadilattaki Stutgart Hbf’ye indik. Hemen karşısında ne zamandır denemek istediğim ve birçok şehirde gördüğüm Block House’a oturduk. Eşim güzel bir steak, ben de Amerikan tarzı burger söyledim. Kırmızı beyaz örtülü şık bir mekandı, yaklaşık 45 euro ödeyip kalktık. Otelimiz hbf’ye ve şehir merkezine yakındı zira gezinin en uygun fiyatlı şehri burasıydı. Stuttgart, Almanya’nın altıncı büyük şehri, Baden-Württemberg eyaletinin başkenti ve en büyük belediyesi. Şehir merkezi küçük, dağlık ve Türk nüfus yoğun. Mercedes, Porsche, Bosch ve Mahle markalarının merkezi, hem fabrikaları hem de müzeleri burada. İnsanların birçoğu bu fabrikalarda çalışmış.
Otele yine geç saatte ve şifreli kapılardan geçip girdik. Tam odaya adım atmıştım ki bizim Brezilyalı çifti yatağa uzanmış görmeyeyim mi… Şaka şaka. Malzemeleri küçük odamıza bırakıp akşam yürüyüşüne çıktık. İki ana cadde var; Lautenschlager ve Kronprinz. Baştan sona ikisini de gördük. Yeme içme yerleri hariç neredeyse her yer kapalı, sokaklar tenha idi. Polis araçlarının yoğun devriye attığı ve kimlik kontrolü yaptıklarını gördüğüm tek yer burası oldu.
Ertesi sabah çok merak ettiğimiz Stuttgart Kütüphanesinden başladık gezimize. İnanılmaz bir mimari ve zenginlik. Hemen yanında Milaneo avm. Adidas’ın yuvasında Adidas mağazasında birkaç ayakkabı denedik, anime dünyasına yolculuk ettik, bol bol hamur işi yedik ve zor bela dışarı attık kendimizi.
Hava güneşli ve yine güzeldi. Europaviertel’in önünden tren istasyonunu geçtik ve tarihî yerleri gezmeye başladık. Dış caddelerden ilerledik ve Stutgart Üniversitesi, City Garden, Sanat Galerisi, Bildenden Künste Müzesi ile Wilhelm Palais’a gittik. Buradan içeri kıvrılıp Karlplatz, Stiftskirche, modern belediye binasının olduğu Marktplatz ve müthiş meydan Schlossplatz’ı ve etrafındaki Yeni Saray ile tarihî yerleri gezdik, birbirinden güzel fotoğraflar çektik. Hava iyice ısınınca önce ünlü Königsbau pasajını, sonra da lüks markaların olduğu Breuninger’ı, sonra da Budapeşte’de çok benzerini gördüğümüz halk pazarını gezdik.
Her daim dolu olan Palast der Republik’te ve Vapiano’da oturup bir şeyler yiyip içtik, karşısındaki ünlü Old Bridge dondurmacısından dondurma almak istedik ama sıra bir türlü ‘erimek’ bilmedi. Stuttgart kesinlikle beklediğimizden fazlasını sundu.
Otelden çantalarımızı alarak yaklaşık 40 dk. süren ve köylerdeki duraklarda dahi duran bir metro hattı ile direkt havaalanına vardık. Havaalanı inanılmaz tenha ama tabelalar kafa karıştırıcıydı. Bir de kar kürelerimiz güvenlik görevlilerine baya dert oldu. Yine bir Türk aracı olmaya ve ortamı sakinleştirmeye çalıştı ama çantasını boynuna asan ben, Avrupa’da başka bir yerde böyle bir muamele görmediğimizi, havaalanında insan bile olmadığını, ufacık yerde kime ne ispatlamaya çalıştıklarını anlamadığımı, eğer devam ederlerse Brezilyalı cinleri üzerlerine salacağımı söyledim. Adamlar cinleri duyunca tabii hemen kürelerimizi geri verdiler ve uçağımıza bindik.
Üç ülkeyi, dört şehri, bol olaylı ve cinli bir geziyi daha geride bırakmıştık.
Bir sonraki rota kuzey, bakalım orada bizi neler bekliyor.
Görseller bana aittir, izinli olarak elbette kullanılabilir.
Dolar | 34,5094 | % 0.09 |
Euro | 36,5119 | % 0.37 |
Sterlin | 43,8200 | % 0.35 |
,00 | % 0.00 | |
,00 | % 0.00 | |
Çeyrek | 5.060,00 | % 0,41 |
G. Altın | 2.947,45 | % 0,43 |
BIST 100 | % | |
% 0.00 | ||
B. Cash | ,00 | % 0.00 |
Bitcoin | |
Ethereum | |
XRP | |
Bitcoin Cash | |
EOS | |
Litecoin | |
Binance Coin | |
Bitcoin SV | |
Tether | |
TRON | |
Stellar | |
Cardano | |
Monero | |
Dash | |
IOTA |