Yine bir tatil ve biz yine yollardayız. Kısa bahar tatilinde nereye gidebiliriz diye düşündüğümde aklıma hemen Akdeniz ülkelerinden biri geliyor zira hava bu mevsimde ancak oralarda elverişli. Seçenekler arasında bir süredir gitmek istediğim Atina öne çıkıyordu. Ancak birkaç ay önceden takip ettiğim bilet fiyatlarında düşüş olmadı. 16 bin TL’den başlayan biletler 24 bin TL’ye kadar çıktı. Tam tatile gidemeyeceğiz derken tamamen şans eseri, Berlin’e yeni bir sefer konduğunu ve fiyatların kabul edilebilir olduğunu gördüm ve biletleri aldım.
Bayram zamanları Almanya-Türkiye bilet fiyatları ciddi manada pahalanıyor, ancak arada böyle ek sefer konduğu zaman yakalarsanız ucuz bilet bulabiliyorsunuz, ben de gidişten üç hafta önce buldum biletleri. Gidişler 1700-2000 TL, dönüşler 4000-4500 TL aralığındaydı. Berlin’de hava nisan ayında Atina kadar ılık olmaz ancak çok da soğumaz. Bu yüzden bizi çok zorlamaz diye düşündüm.
Otel seçiminde yine Booking’i kullandım ve şehir merkezine (Alexanderplatz) yakın yerlere baktım. Social Hub, Premier Inn, Titanic ve Holiday Inn arasında gidip geldik. Bu sefer fiyatlar günlük ve hafta içi değişiyor mu diye test etme imkânım da oldu. Günlük takip ettiğim fiyatların hafta içi gecelik 10-20 dolar düştüğünü, sonra ise yükseldiğini gördüm.
Yani çok beklemeye gerek yokmuş. Kahvaltı dâhil Holiday Inn ile 480 euro’ya 4 gün rezervasyon yaptım. Rezervasyonu Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı gün yaptım, bu esnada kurda meydana gelen dalgalı hareketlerin etkilerini bireysel bazda bile görme şansım oldu. Euro/TL 41 idi.
Ön araştırmada şehrin çok büyük olmadığını, ulaşımın yaygın ve kolay olduğunu, havanın gündüz 13-20 derece olacağını gördüm. Pazar günü sabah erken saatte gidiş ve Perşembe akşam dönüş olacaktı. 5 gün ziyadesiyle yeterdi. Tura hazırdık.
Berlin, Almanya’nın başkenti ve en büyük şehri, aynı zamanda bir eyalet. II. Dünya Savaşı öncesinde 4,3 milyon kişinin yaşadığı şehirde 2024 itibarıyla 3,6 milyon kişi yaşıyor. Savaştan sonra ikiye ayrılıyor ve duvar yıkıldıktan sonra birleşiyor. Berlin, Kuzey Almanya’da, Spree ve Havel nehirlerinin arasındaki kumluk bölgeye kurulu, adını da bataklık anlamındaki Bar’dan alıyor. Kişi başına gelir 51 bin Euro, bizim kabaca 5 katımız. Şehir Ankara’nın üçte biri büyüklüğünde ama hem düz hem de savaş sonrası şehir planlaması ile kurulduğu için çok düzenli ve bu nüfusu kolayca kaldırıyor.
Sabah 8 gibi Berlin’in güneyindeki iki terminalli Brandenburg havaalanına indik. Bir yıl sonra tekrar Avrupa’daydık. Pasaport kontrolünden sonra hemen terminalin altındaki Rex 8 treni ile yola çıktık. Berlin içinde hareket etmek için A, havaalanı için A-B-C zone’u bileti almak zorundasınız. A-B zone’u için bilet yok. Ücret 4,70 Euro. Yaklaşık 40 dk. sonra Alexandraplatz istasyonunda indik. Burası Kızılay gibi hem ulaşımın hem de şehrin göbeği, çok çekici değil ancak bir merkez olduğu kesin. Hava sabah 9’da 10 derece ve kapalıydı.
Pazar günü gelmemizin bir dezavantajı oldu. 1956 yılında çıkan bir yasa ile Almanya’da Pazar günleri, marketler, süpermarketler, avm’ler kapalı. Araç yıkama, çim biçme gibi başkalarını rahatsız eden eylemler dahi bazı bölgelerde yasak. Almanlar bu geleneği günümüze değin yaşatmış. Planlarınızı buna göre yapın.
İstasyonun hemen dibinde ünlü Dünya Saati var, burayı görüp otelimize yürümeye başladık.
10 dk. sonra otele girdik. Check-in saatleri eskiden 12’ydi, 14 oldu, birkaç yıldır 15 yapıldı, yakında akşam alacaklar. Odanın hazır olmadığını ancak kahvaltı edebileceğimizi söylediler. Bol hamur işli ve tatmin edici bir kahvaltı yaptık. Biraz lobide dinlenip kendimizi dışarı attık. Pazar günü her yer kapalı olduğundan şehir turu ve müze gezisi planlamıştım.
Otel, eski belediye binasının hemen yanında, Hollanda büyükelçiliğinin arkasında. Adımımızı atar atmaz tarihî çok sayıda binayla karşılaştık. Hemen önümüze Alman Federal Gençlik Konseyi binası çıktı, burası gençlerin zaman geçirmelerini sağlayan ve federal hükümet kontrolünde bir bina. Çok büyük ve içinde tonla etkinlik var, Pazar günü bile içeri giren çıkanlar vardı. Buradan belediye binasını, Neptün Çeşmesi’ni, Aziz Marien Kilisesini ve Marx-Engels heykelini gezdik. Bu bölge şehrin merkezi parkı olarak geçiyor. Pazar günü olması sebebiyle iş yerleri kapalı olsa da sabah erken saatten itibaren irili ufaklı sporcu grupları müzik eşliğinde koşu yapıyorlar. Hava çok ılık da değil ama insanlar sokakta.
Buradan Humboldt Forum’a uğradık. Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander Freiherr von Humboldt, Prusya’da 19. yüzyıla damga vurmuş bir bilgin, kâşif, eğitmen, nazır ve bilim insanı. Güney Amerika’dan Rusya’ya, volkanik dağlardan biyolojiye diplomasiye kadar pek çok alanda çalışmalar yürütmüş, döneminde Avrupa’da Napolyon’dan sonra en tanınan kişi olmuş, tutkulu ve çalışkan biri. Kardeşi Wilhelm von Humboldt ise karşılaştırmalı diller disiplinini ilk uygulayan, Prusya’da eğitim alanında reformlar gerçekleştirmiş, ilkokul, lise ve üniversite kademelendirmesini hayata geçiren, Roma’da büyükelçilik yapmış ve Napolyon-Rusya savaşında Avusturya’nın koalisyona katılmasını sağlayan bir diplomat/eğitimci, aynı zamanda Berlin Üniversitesinin kurucularından. Ben yazarken bile yoruldum. Bu iki kardeşin onuruna yapılmış büyük ve gösterişli bu binanın içinde sanat sergileri ve etkinlikler düzenleniyor.
İşte burayı hafif yağmur bastırınca ziyaret ettik. Bir saate yakın zaman geçirdik ve hemen karşısındaki Berlin Katedraline geçtik. İçeriye giriş ücretli ve buradaki en etkileyici yapılardan. Hemen yanındaki Neus Museum ile Alte Nationalgalerie’yi ziyaret ettik. Arkaya dolaşıp 2027’ye, belki 2030’a kadar tadilatta olan ve Bergama’dan götürülen eserlerle oluşturulmuş Pergamon (Bergama) ve Bode müzelerini geçtik. Bu yapılar Venedik gibi suyun tabanına dev kalaslar dikilerek desteklenmiş yapılar; manzara çok güzel.
Şehri tüketmemek için buradan geri döndük. Friedrichstrase’yi takip edip güneye yöneldik, 2. Frederik heykelini geçip Bebelplatz’a geldik. Burası geçtiğimiz yıllarda filmi de yapılan Nazilerin kitapları yaktıkları meydan.
Temsilen küçük bir cam bölme yapılmış ve içinde dikey boş raflar konmuş. Meydanın dört tarafı tarihî binalarla çevrili. Bunlardan biri de Humbolt Üniversitesi hukuk fakültesi. Ne kadar manidar. Hemen güneydoğuda Hedwick Katedrali yeşil kubbesiyle dikkat çekiyor. Buradan içeri ilerlemeye devam ettik ve Gendermarkt’a geldik. Burası da yine Bebelplatz gibi her bir yanı etkileyici yapılarla dolu bir meydan. Hemen giriş kısmında Fransızların Berlin’i işgal ettiklerinde yapımına başlanan Fransisken Kilisesi, ortada Roma sütunlarından tanıyacağınız Konzerthaus, meydanın sonunda da Deutscher Dom bulunuyor.
Burası bence şehrin en etkileyici meydanı ve yıllardır tadilattaymış, neyse ki kısa bir süre önce açılmış hizmete. Konzerthaus’ta halen yenilemeler devam ediyor. Kilisede ayin olduğundan hemen girip çıktık, konser salonu ise kapalıydı. Biz de şansımızı Deutscher Dom’da kullandık.
İnsanlar hemen girişteki dar lobide toplanmıştı. Sanırım bu kadar dedik. Zira yukarıya bakınca gözlem kulesi gibi döne döne uzanan yangın merdivenlerinden başka bir şey görünmüyor. Birçok müze ve sergi salonunda lavabo olduğunu da yazayım, Dom’daki lavaboyu kullanmıştım ki kuleye çıkan merdivenler gördük. En azından birkaç kat çıkalım dedik, birinci kata çıkınca merdivenlerin büyük bir müzeye bağlandığını anlıyorsunuz. İçerisi aslında Alman Federal Meclisi Parlamento Müzesi. Almanya’nın kurulduğu günden bu yana siyasi hayatında neler olmuş, kimler gelip geçmiş; Almanca ve İngilizce okuyabiliyorsunuz. Özellikle 20. yy. ve sonrasında yaşananlarla, Nazi gerçeği ile yüzleşilmiş, geniş bir yer ayrılmış bu döneme ve alınan dersler, demokrasinin önemi, aynı hataya düşmemek için atılmış adımlar tek tek sıralanmış. Müze 4 katlı ve her katta okunacak çok sayıda materyal var, biz bir saatten fazla burada kaldık ve tüm katları gezdik. Küçük bir parlamento odası da var.
Her şehirde bir iki müzeye gitmeyi alışkanlık haline getirdim. Genelde sanat eserlerinin sergilendiği Louvre, Belvedere, Emerald gibi yerlere gittik bugüne kadar. Ancak bu sefer uzun zamandır isteğim bir yere, bir doğa tarihi müzesine gittik. Biletleri gelmeden kendi resmî sitelerinden aldık, 11 euro. Fiyat biraz ucuz geldiğinden ve Google Maps resimlerinden gördüklerim sonucunda çok büyük bir yer olmadığını düşünmüştüm. Yanıldığımı anlamam kısa sürdü.
Öncelikle 12 numaralı tramvay ile kısa bir yolculuktan sonra şehrin biraz kuzeyindeki müzenin hemen önüne geldik. Bilet saatimiz 15.30’du ancak 15 gibi girmemizi sorun etmediler, QR okutarak girdik.
İçerisi kreş gibi, dinozorlar vs. olunca tabii çocuklu tüm aileler soluğu burada almışlar. Girişte hemen dev iki dinozor iskeleti karşılıyor sizi ve macera başlıyor. Toplam 12 bölüm var, dinozorlardan taşlara, yıldız tozundan hayvanlara, bitkilerden balıklara, kıtalardan evrenin oluşumuna kadar son derece bilgilendirici ve keyifli bir müze. Fotoğraf çekmekten kollarımız ağrıdı.
İçeride 30 milyondan fazla sergi malzemesi var. T-Rex, DNA örnekleri, taş örnekleri, alkol şişelerinde türlü balıklar, tahnitlenmiş kuşlar, memeliler, Büyük patlamayı anlatan video salonu. İsteyenler için web sitesinde Türkçe anlatım da mevcut.
1803 yılında düşmüş bir meteorun dahi kaydı tutulup müzeye getirilmiş. Biz 1803’de ne ile meşguldük acaba?
Müze 18’de kapanıyor, ancak içeride bir süre daha vakit geçirebilirsiniz. Kafe ve dinlenme salonu da mevcut. En az yarım gün ayırabilirsiniz buraya. Kapanış saatinde ayrılıp Berlin HBF’ye doğru yola çıktık. Bu arada Berlin’de bu tip trafik ışıkları görebilirsiniz. Dikkat ederseniz ülkemizdeki yeşil ve kırmızı adamdan farklı.
Eğer bu adamları görüyorsanız Berlin Duvarı döneminde Doğu Berlin tarafında olduğunuz anlamına geliyormuş. Duvar yıkılınca da bu geleneği devam ettirmişler.
Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir. Gittiğimiz Avrupa şehirlerinde L’osteria isimli İtalyan restoran zincirine mutlaka uğruyoruz. Hem çok pahalı değil hem de çok iyi pizzalar yapıyorlar. Hbf’nin hemen önünde yine bir şubesi vardı. Nehir manzaralı, şık bir mekân. Güzel bir pizza ile makarna ve Alman birası aldık. 35 euro ödedik. Açık büfe kahvaltıların en kötü yanı acıkmayı unutmanız. Gezi boyu çok acıktığımızdan değil de saati geldi diye akşam yemeklerini yedik resmen.
HBF’den metro ile otelimize döndük, bu arada tekli biletler 3,80 euro ve aktarma 2 saat geçerli, aldığınız bileti makineye okutmayı unutmayın. Diğer Avrupa şehirlerine göre bence pahalı, ancak amaç da bu. Her kaldırımda yaya yolunun iki katı bisiklet kaldırımı var ve tüm şehri kaplıyor. İnsan böyle şehirde bisiklet kullanmaz da ne yapar.
Berlin Card’lar da var, iki günlük 27, üç günlük 36 euro ve ulaşım yanı sıra bazı müze vs. biletlerinde indirim sağlıyor. Örneğin doğa tarihi müzesi bileti 11 değil de 8 euro oluyor. Biz planımızı buna göre yapıp hareketli günlerimizi belli günlere planladık ve tasarruf etmeye çalıştık.
Bugün hava tahminlerine göre en yağmurlu ve soğuk gün olacaktı, dolayısıyla yağmurlu saatleri şehrin göbeğinde bulunan avm’lerde fiyat araştırması yapalım, uygun fiyatlı bir şeyler bulursak alalım diye düşündük.
Otelimizden batıya doğru Stralauer Caddesi boyunca ilerledik. Önce eski belediye binasına, buradan kuzeye doğru Nikolay Kilisesine ilerledik ve önünde şehirde daha birçok örneğini göreceğimiz ayı ile resim çekindik. Hava kapalı olduğundan güneşli iken de illa geliriz deyip yürüyüşe devam ettik zira eski gezilerden tecrübeliyiz. Ejderha katili Aziz George heykelini geçip Spree Nehri boyunca ilerledik ve Hanns Eisler Müzik Üniversitesinin önünden Avrupa Yönetim ve Teknoloji Okuluna (ESMT Berlin) geldik. Buradan Dışişleri Bakanlığına kadar gittik, güzel resimler çekindik. Hava biraz atıştırmaya başlayınca asıl planımız olan avm’lere döndük.
Alexanderplatz meydanının dört cephesinde çok sayıda mağaza ve avm var. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Fiyatlar ülkemizle çok farklı değil. Ayakkabı ve dış giyim ürünleri ile elektronik ürünlere baktık ve uygun bir şey bulsak alacaktık ancak montlarda ve ayakkabılarda ülkemizle fark maksimum %10.
İndirim zamanları çok daha ucuz olduğunu söylüyorlar. İndirim zamanları ise alışveriş gurusu eşimin söylediğine göre şubat, temmuz ayları ve Noel zamanı.
Daha önceki gezilerimizde de şahit olmuştuk ama bu gezide artık bu tespit bir kural haline geldi: Columbia’yı Türkler dışında giyen yok. Bu satırları kışlık tatillerine Columbia montu ve ayakkabısı ile giden biri olarak yazıyorum ve bir daha Columbia bir ürün almayacağımı beyan ediyorum. Dalga geçmiyorum, bizden başka giyen yok ve birbirimizi montlarımızdan tanıyoruz. Biri montuma bakıp “Bir resmimizi çekebilir misiniz?” diye hemen dibimizde bitiyor. Yabancılar ne mi giyiyor? Dışarıdan marka görünecek şekilde pek mont giyen görmedim ama gördüğüm kadarıyla gençler North Face, yetişkinler ise Peak Performance giyiyor. Ülkemizde bu markalar Columbia ile başa baş fiyatlarda satılıyor. Ancak yurt dışında durum çok farklı. North Face, Columbia’nın genelde 3 katı. Outlet’lerde de, avm’lerde de durum bu. Bizdeki yakın fiyatlandırmanın ülkemizde daha önce de pek çok konuda şikâyete konu olan distribütörün bir düzenlemesi olduğunu düşünüyorum.
Faydanıza olduğunu düşündüğüm bir başka konu ayakkabı: Birkaç senedir yazılarımda bahsettim. Durumu biraz iyi olan kimsenin Nike, Adidas ya da ülkemizde son dönemde moda olan New Balance giydiğini görmüyorum. İnsanların, bilhassa gezginlerin, turistlerin ortopedik kaygılardan dolayı tercihleri On Clouds. İsviçre menşeili. Borsaya kote, hisseleri de cazip. Yan durmuş OC şeklinde bir amblemi var, biz de aslında bu ayakkabıdan almaya gittik ancak pek bir indirim görmedik.
Keza, bir diğer marka da Hoka. Bu iki marka maraton koşucuları arasında da popüler. İkisi de eski atletlerin kurduğu markalar. Denk gelirse affetmeyin. İndirimsiz fiyatları 170-210 euro arası ancak indirim dönemleri 100 euro’lara kadar düşüyormuş.
Mediamarkt’taki elektronik bölümüne geçelim. Eski bir iPhone’cu olarak Xiomi 13 kullanıyorum ve çok memnunun, yeni çıkan Xiomi 15 fiyatı 1040 euro. iPhone 16 ise 840 euro. Faturaya ek ayda 40 euro ile alabiliyorsunuz. Aylık asgari ücretin %30’u. (Saatlik ücret niteliksiz işlerde 19,37 euro)
Dyson’ın çok popüler hava temizleme makinesi 589 euro, saç maşası aparatlarıyla 549 euro.
PS5, Astra bot oyunu ve garantisi ile 399-499 euro fiyat seçenekleri ile. 70 euro üzeri alışverişlerde %17 vergi iadesi var.
AVM’deki yorucu bir günden sonra merkezde çok bahsedilen bir burgerciye, başka birkaç yerde de bayisini gördüğümüz Burgermeister’a gittik. Salaş, küçük bir mekân ama birası ve burgerleri lezzetli.
Bu arada Berlin’de musluk suyu içebilirsiniz, dışarıdan su almak istediğinizde artık 1 euro’ya su kalmamış. 3-3,5 euro sular. Yine de en ucuz yerler Rossman veya DM marketler.
Bazı marketlerde bir stant dikkatimi çekti, ücret karşılığı telefonunuzdaki fotoğrafları bilgisayara atıyor, birçok profesyonel programı kullanarak istediğiniz gibi düzenliyor ve çıktı alabiliyorsunuz; küçük bir fotoğraf stüdyosu.
Hava kararırken otele mi dönsek dedik ama daha enerjimiz vardı. Henüz 17 bin adım atmıştık. Bir çılgınlık yapıp ta Charlie Point’e gitmeye karar verdik.
Karl Liebnecht Caddesi boyunca batıya yürümeye başladık. Burada hediyelik eşya dükkânları ve çok sayıda yeme-içme mekânı var. Binalar çok katlı ve büyük, alt katlar işletmeler olsa da üst katta insanların yaşadığı belli. Sovyet tipi işçi konutları.
Burada dikkatimizi dış kapıları açık, tarihî bir bina çekti. Önünde bir heykel ve altında Humboldt yazıyordu. İki gencin girdiğini görünce takip ettik ve Humboldt Üniversitesinin kampüsüne girdiğimizi anladık. Berlin Üniversitesi olarak da geçiyor ve çoğu kampüs gibi isteyen girebiliyor. Binanın giriş katındaki yönlendirmelere ve danışma masasındaki bilgilere bakıp üst katta öğrenciler için etkinlikler yapıldığını gördük. Bazı dersliklerden sesler gelmeye devam ediyordu. Ana girişin hemen karşısında Karl Marx’ın özlü bir sözü süslüyordu duvarı. Fotoğraf çekinip yola devam ettik.
Frederick Strase’nin kalan kısmını gezmek için iki ana caddenin kesişimine kadar ilerleyip güneye yöneldik. Burası lüks markaların mağazalarının olduğu bir yer. Akşam 8’de tüm mağazalar kapansa da böyle bir caddede dahi çok farklı mimariye sahip binalar gördük. Berlin bu anlamda çok zengin, her yerde sizi şaşırtabilecek mimari örnekleri mevcut.
Charlie Point, Berlin’in doğu ve batı olarak duvarla ayrıldığı 1961-89 döneminde bölgeler arası geçiş yapabildiğiniz 3 noktadan biri. Türlü trajedilerin yaşandığı bir yer. Noktaya bizim gibi kuzeyden gelirseniz yolun sol tarafındaki sütunlarda konuya dair ilginç bilgiler var. Berlin savaştan sonra 4 devletin kontrol ettiği 4 sektöre bölünüyor ve doğuya giriş çıkış yasak. 1949-1961 arasında Sovyet baskısından kaçmak isteyen yaklaşık 2,5 milyon insan batıya kaçmış, bu sorunu çözmek için Sovyetler, Berlin Duvarı olarak isimlendirilecek duvarı dikmeye başlamış.
Bu saatten sonra aileler, işçiler, o tarihlerde doğuda kalan kimse batıya geçemiyor. ABD Başkanı Kennedy’nin dahi bu konuya değindiği ve “Ben de bir Berlinliyim.” diye bitirdiği ünlü bir konuşması var. Sokağın hemen sağında eski Sovyet malzemelerinin satıldığı bir hediyelik eşya dükkânı, solda ise zamanında askerlerin kullandığı bir karakol var, şimdi müzeye çevrilmiş.
Kısa bir metro yolculuğundan sonra otelimize döndük. 26 bin adımlık bir gün geride kalmıştı.
Ertesi gün Türklerin de yoğun şekilde yaşadığı, farklı kültürlere ev sahipliği yapan Kreuzburg’a gidecektik. Şehrin güneydoğusunda ve yürüyerek yarım saat mesafede. Hava çok güzel olduğundan toplu ulaşım kullanmadık. Önce otelimizden kuzeydoğuya ilerleyip Karl Marx Bulvarına çıktık, sonra da serin havada harika doğa ve şehir manzarası eşliğinde Frankfurter Tor’a kadar yürüdük. Spor yapanlar, bisiklete binenler ve Sovyet döneminden kalan işçi konutları eşliğinde keyifli zaman geçirdik.
Yeri gelmişken bahsedeyim: Berlin’in turistik destinasyonlarının çoğu Doğu Berlin tarafında, dolayısıyla o dönemden kalan Sovyet mimari örneklerini görmek mümkün. Bazen de bu binaların hemen önünde bilhassa savaştan sonra yenilenmiş Roma mimarisini örnek alan eserler var. Hem bir tezat hem de ilginç bir birliktelik oluşturuyorlar. Modern Almanya farklı toplulukları benimsediği gibi tarihinin farklı dönemlerini ve iyisiyle kötüsüyle bu kültürel yükü de sahiplenmiş.
Frankurten Tor’dan güneye dönüp nehre doğru yürüyüşe başladık. Yolun sağında yer alan East Side Mall’e uğradık. Fiyatların şehir merkezine göre %5-10 ucuz olduğunu gördük.
Buradan nehir boyunca ilerleyip Berlin Duvarı’nın kalan parçalarını ve harika grafiti sanatı örneklerini gördük. Ünlü duvar boyalarını resimledik.
Nehir kenarında, dinlendirici manzaralar önünde kısa bir mola verdik. Oberbaum Köprüsü üzerinden karşıya geçtik ve Kreuzburg sokakları kazan, biz kepçe dolaştık. Bu bölgede çok sayıda göçmen var, haliyle asayiş durumu şehir merkezi gibi değil. Kaldığımız birkaç saat boyunca yüksek sirenleriyle 3-4 devriye aracının son sürat bir yerlere yetişmeye çalıştığını gördük. Hatta gözlerimizin önünde muhtemelen madde etkisinde Afrikalı bir kadının partnerine deliler gibi bağırdığını, sokakta bağıra çağıra etrafa sataştığını, herkesin şaşkınlıkla kendisini izlediğine şahit olduk. Skalitzer Caddesi boyunca ilerleyip her bölgenin kendine has mahalle pazarlarından (markthalle neun) birine girdik. Yöresel yiyeceklerin, sebze meyvenin satıldığı küçük pazarlar buralar. Berlin’in en önemli lezzetlerinden currywürst ile yerel biralarından birini denedik.
Etrafı gezip Rio Reizer Platza geldik. Burada sanatçı Ayşe Erkmen 1993’te dış cephesinin süslediği –miş’li binayı ziyaret ettik. Bina sonradan öyle ünleniyor ve hoşa gidiyor ki sürekli olarak böyle kalmasına karar veriyorlar.
Bir arkadaşım romatizmal rahatsızlığı sebebiyle varis çorabının kola takılan versiyonuna benzer bir kol bandı var istemişti. Bulmak için birçok eczaneye gittik ancak medikal malzeme olduğunu ve bir tıbbi malzeme deposunda olacağını söylediler, herkes aynı adresi söyleyince eczanedeki görevliye telefonumu uzatıp Google Maps üzerinden “Adresi girer misiniz şuraya?” dedim. Bize 700 metre uzaklıkta bir yer gösterince hemen gittik. Görevli malzemenin vergiler dahil 60-65 euro’ya geleceğini, ancak elinde olmadığını, sipariş verebileceğini söyledi. Bizdeki fiyatının 200 euro olduğunu duyunca inanamadı.
Buradan tramvay ile şehrin güneybatısına, Kleisstrase bölgesine geldik. İzlediğim videolarda bu bölgedeki avm’ler ve dükkânlar çok övülmüştü, görelim dedik. Karşımıza hemen Avrupa’nın en büyük 2. avm’si olan Kadewe çıktı. Diğer yerlerden farkı burada ultra lüks markaların da olması. İçeriye girer girmez o havayı hissediyor, üzerinizdeki Columbia’lardan utanıyorsunuz. Bizden başka giyen de yok zaten. Dikkat çeken bir başka nokta hizmet sektöründe çok sayıda Türk çalışıyor. Avm’deki birkaç satış temsilcisi bize yardımcı olmaya çalıştı. Kadewe’nin en üst katı, dünya mutfaklarının güzel örneklerinin bulunduğu hoş bir yeme içme ve alışveriş katı.
Buradan Kaiser Wilhelm Anıt Kilisesine gittik. Burası savaş zamanı bombalanmış, ancak Müttefikler yıkmaya çalıştıklarında halkın karşı çıktığı, tadilatına dahi izin vermediği, ibret olması için bu şekilde bırakılmasında ısrar ettikleri çok yüksek bir kilise. Bir kısmı elden geçmiş, yan tarafına bu süreçlerin anlatıldığı bir tanıtım bloğu ve ibadet yeri eklemişler. İçerisi öğrencilerle doluydu.
Yolun hemen karşısında birçok Türk vloger’ın tavsiye ettiği Bikini avm’ye geldik. İçeride ne tanınmış bir mağaza ne de önemli bir yemek yeri var. Neden geldik ki buraya diye hayıflanırken dışarı bakar bakmaz gözlerimize inanamadık. AVM, Berlin zooloji parkının hemen kıyısına inşa edilmiş ve dışarı baktığınızda şempanzeleri izleyebiliyorsunuz.
Avm’nin üst katındaki terasına çıktık. Buradan parkın güney kısmı izlenebiliyor. Çocuklarıyla aileler bu parkı geziyor ve çocukları canlı hayvanları gözleriyle görüyorlar. İnanılmaz bir deneyim. Belki bir saat lemurları, maymunları izleyip daha başka hayvan görebilir miyiz diye bekledik. Her hayvanın kendine ait korunaklı bölümleri var ve insana alışmışlar.
Buradan tramvay ile Wilmersdorferstrase durağına gidip Charlettenburg bölgesine geçtik. Bu bölge 300 yıllık önemli bir yerleşim. Eskiden başlı başına bir ilçe ancak Berlin büyükşehir ilan edilince merkeze bağlanıyor. Burası aynı zamanda Talat Paşa’nın Ermeni komitacılar tarafından şehit edildiği yer. Asıl geliş amacımız ise Deutsche Oper Berlin’de sergilenecek Elektra operasını izlemekti.
Bir konser ya da opera izleyeceksek mutlaka tarihî bir binada izlemeyi tercih ediyoruz. Ancak tatil yapacağımız dönemde gösterimde olan oyunları sorduğumda Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde çalışan bir dostum mutlaka Elektra’yı görmemizi tavsiye edince istikamet modern bir bina olan burası oldu.
Erkenden içeri girip her köşesini gezdik, aperatiflere göz attık, yerimizi aldık ve Strauss’un iki saat süren, hem sanatçıları hem de orkestrayı zorlayan bu etkileyici Yunan tragedyasını izledik. Biletleri resmî sitesinden aldım. Biletler 15-75 euro arası değişiyor. Biz ortalardan bir bilet aldık ve 32’şer euro ödedik.
Opera bittiğinde saat 23’e geliyordu. Opera binasının hemen önündeki metroya atlayıp aktarma ile otelimize döndük.
Yine güneşli bir gün, güzel bir kahvaltı ve istikamet Bellevue. Burası Berlin’in biraz dışında ve Alexanderplatz’dan S-bahn hattı ile gidebileceğiniz bir bölge. Metrodan iner inmez sessiz bir orman ve kuş cıvıltıları karşılıyor sizi. Spree Nehri’nin kıyısından güneye doğru yürümeye başladık. On dakika sonra Cumhurbaşkanlığı konutu olan Bellevue Sarayı’na vardık. Giriş kısmının hemen önüne kadar gelip resim çekebiliyorsunuz. Buradan hemen yanındaki Bismarck heykeline geldik.
Tarih kitaplarından bildiğinizi düşündüğüm bu isim 19. yüzyılın sonlarında diğer Alman prensliklerini dize getirip, bir kısmıyla anlaşıp Alman birliğini sağlamış ünlü şansölye. Heykelinin altında sanayiyi, bilgeliği, askerliği temsil eden figürler var. Biraz daha ilerleyince tüm ihtişamıyla Berlin Zafer Sütunu çıkıyor karşımıza.
Sütuna gitmek için yola atlamayı düşünmeyin, caddenin iki tarafında Paris’teki Zafer Takı gibi yer altından geçebileceğiniz tünellere ait girişler var. 1864’te biten Prusya-Danimarka savaşının anısına yapılan 67 metrelik sütun daha önce Brandenburg Kapısı’na yakın bir yerde, ancak Hitler tarafından bu bölgeye taşınıyor. Zamanınız varsa 4 euro ile tepesine çıkıp etrafı izleyebilirsiniz.
Biz buradan tam 45 derecelik bir açıyla anıtın güneyindeki harika Rosegarten üzerinden Richard Wagner Anıtı’na ilerlemeye başladık. Baharın gelişine bu park da tanıklık ediyordu.
Anıta gelmeden tesadüf eseri büyükelçiliğimizin de bu bölgede olduğunu gördük. Diğer tüm büyükelçiliklerle birlikte.
Bu bölgeden Sony Center’e gitmek üzere yol arıyorduk ki sağımızda bulunan bir bina dikkatimizi çekti. Girişinde “German Resistance Memorial Center” yazıyordu. Ancak Almanya’da Nazilere karşı filmlere, kitaplara konu olmuş bir direniş hareketi hatırlamıyordum. Avludan içeri girince sol tarafta bir kapı, ve kapının yanında bazı üniformalı askerlerin biyografileri gözüme çarptı. İşte karşımdaydı.
Beni yakından tanıyanlar tam bir film tutkunu olduğumu bilir, pek az film beni başrolünde Tom Cruise’un oynadığı, 2008 yapımı Valkyrie kadar etkilemiştir. Meğer tesadüfen girdiğimiz bu avlu filmin sonunda kahramanlarımızın infaz edildiği avlu imiş. Direniş dedikleri de Hitler’i öldürmeye çalışan bir grup vatansever subay. Bu grubun başında ise Cruise’un hayat verdiği Albay Stauffenberg var, işte karşımdaki resim ve biyografi bu kahramana aitti. Avlunun ortasında bir heykel, kapıdan girince de bir tarih müzesi var, meraklılara duyurulur. Burada biraz zaman geçirdikten sonra sokak boyu devam ettik yürümeye. Hemen yan tarafı Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı; kahraman albayın adını bu sokağa vermişler.
Buradan Yeni Ulusal Galeri’yi ve Berlin Filarmoni’yi takip ederek Sony Center’a vardık.
Burası pek çok etkinliğin yapıldığı, farklı mimarisi ile dikkat çeken bir yer. İçeride yeme içme yerleri ve geniş bir meydan var. Çıkışında ise Postdam Meydanı bulunuyor. Pek çok modern bina ve otele ev sahipliği yapıyor bu bölge. Buradan güneydoğuya doğru Stresemannstrase’yi takip edip eyalet parlamentosu önünden Terörün Topoğrafyası isimli, yanlış çeviri kurbanı bir merkeze geldik.
Burası esasen Gestapo, SS ve bilumum Nazi rejiminin işkence merkezi. Düşünün ki o dönemde Berlin ülkenin başkenti ve Nazi rejimine ait bütün örgütlerin merkezi burada. Giriş ücretsiz, önce dışarıda önemli olayların yazdığı büyük sütunları inceleyip yaklaşık bir saat sonra içeri girdik. İçeride de bilgilendirici sütunlar, lavabo, kafe, kütüphane ve yardım masası mevcut.
Burada bir saat kadar kalıp Mall of Berlin isimli avm’ye uğradık belki bir şeyler yeriz diye fakat en üst katta bizi cezbeden bir şey çıkmadı. Burada bir parantez açayım. Normalde bir şehre gidince şehrin ünlü tatlarını yemeyi tercih ediyoruz. Ancak Münih ve Stuttgart’ta da gördük; Alman mutfağı zayıf. Viyana’dan aldıkları şinitzel ve Schweinshaxe (domuz dizi) yemeği dışında ünlü yemekleri yok. Bir de döner kebap tabii. Biz de Berlin’e gelmişken ünlü dönercilerden birine uğrayalım dedik ve hemen avm’nin arka çaprazında yer alan Teras Döner’e girdik.
İçerisi neredeyse tamamen doluydu ve patron da bir masada oturuyordu. Hiç yememişler için anlatalım: Avrupa’daki dönerin ülkemizdekiyle alakası yok. Bol sebze, bazen bol yoğurt sosu ya da peynirle servis ediliyor. En büyük fark ise et. Dondurulmuş döner gibi dümdüz kesilmiş bir et koyuyorlar ve tadını alamıyorsunuz. İnternette pek çok gezgin Mustafa Gemüse (sebzeli demek) ya da Teras’ı tavsiye etmiş, biz de görevi yerine getirdik.
Kuzeye ilerleyip hemen ilerideki Yahudiler Anıtı’nı ziyaret edip buradan gezinin yıldızlarından Brandenburg Kapısı’na vardık. Güneş batarken geldiğimizden ters ışıkta kaldık ancak güzel fotoğraflar çektik. Bölge çok kalabalık ve turistik lokasyonlar içinde sanırım en kalabalığıydı.
Brandenburg Kapısı 1788 yılında yapılmış, tepesinde dört tekerlekli bir savaş arabası mevcut. Duvar, bu kapının hemen önünden geçiyormuş. Kapının hemen güneyinde ABD Büyükelçiliği, arkasında Britanya Büyükelçiliği, karşıda ise Fransız Büyükelçiliği bulunuyor. Berlin’i paylaşanlar en merkezi yerlerden arazileri de kapmışlar.
Bölgede forumlar, gösteri salonları da mevcut. Unter den Linden Caddesi boyunca doğuya doğru ilerleyip Michael Jackson’ın evlatlık bebeğini balkondan sarkıttığı Hotel Adlon’u da görebilirsiniz.
Güneş batmaya başlamıştı. Günün sürprizine hazırdık. Kapı’nın hemen kuzeyinde tarihî önemi büyük yapılardan Reichstag bulunuyor. Burası Alman meclis binası ve çok güzel bir yapı. Önündeki meydanda büyük bir tadilat devam ediyor.
Tarihî bir yapının tepesinde cam bir kubbe ve bir restoran bulunuyor. Cam kubbe şeffaflığı temsil ediyor. Kubbe ve çatıya resmî sitesi üzerinden başvurmak suretiyle girebiliyorsunuz. 31 Mart-4 Nisan arasında kubbenin rutin bakımları vardı şansımıza ama manzarası için iki hafta önce başvuru yapmıştım, yarım saat içinde olumlu cevap gelmişti.
Güvenlik kontrolünden geçip 20’şer kişilik gruplar halinde görkemli binaya girdik, asansörle görevli eşliğinde 4. kata çıktık. Görevliler, sesli rehber eşliğinde kubbeyi ve binayı tanıtıyorlar normal şartlarda ancak bakım olduğundan bu hizmetten mahrum kaldık.
Yine de Alman meclisinin, Reichstag’ın tepesinde olmak, Berlin’i izlemek ve güneşi buradan batırmak çok güzeldi. Terasta gezinirken restoranı da bir yoklamak istedim, dışarıdan kapalı görünüyordu ancak kapıyı itince girebildim. Hemen bir garson geldi. Rezervasyonumuz olmadığını, manzara eşliğinde sadece bir şeyler içmek istediğimizi söyledim. Balkon kısmında olmasa da iç kısımda oturabileceğimizi söyledi.
Bu arada terasın ortasındaki boşluktan aşağı bakınca gördüğünüz manzara bu. Her seçim bölgesinden 100’er kilo toprak getirilip oluşturulan halk bahçesi.
Restoranda 2-3 masa dolu idi ve menüyü incelediğimde bizim meclis lokantasına pek benzemediğini gördüm. Zira akşam tadım menüsü 94 euro, öğle menüsü 54 euro idi. Öyle pilavın 2 lira, kavurmanın 10 lira olduğu bir menü yoktu. Alman parlamentosu terasında Alman birası içerek güneşi batırdık.
Bir saat sonra restorandan çıktığımızda herkes gitmişti, neyse ki asansör görevlisi yerindeydi ve bizi dışarı uğurladı. Kapıdan Unter den Linden Caddesi’nin görmediğimiz kısımlarına doğru ilerledik, ne de olsa bir şehri hem gündüz hem de gece görmeli. Brandenburg Kapısı önünde çok sayıda Berlinli akşam sporu için müzik eşliğinde egzersiz yapıyordu.
Birkaç hediyelikçiye girip ufak alışverişler yaptık. Rathaus’u, Berlin Katedralini, Humboldt Formu’nu bir de gece fotoğrafladık. Alexanderplatz’a kadar yürüyüp oradan otelimize geçtik.
Dönüş günü gelmişti. Bilet 17.25’te olduğundan güzel havayı iyi değerlendirmek istedik ve kahvaltıdan sonra valizlerimizi otelin valiz odasına bırakıp yollara düştük. İlk iki gün dışında tüm günler güneşli ve sıcak olduğundan montlarımızı yalnızca akşam giyer olmuştuk. Hava kötü olduğu için güzel resimler çekemediğimiz ve ilk gün gittiğimiz yerleri gezmeye karar verdik.
Nikolai Kilisesinden batıya doğru ilerlerken tesadüfen tuğla renkli bir kilise dikkatimizi çekti ve içeri girdik. İlginç olan kilisenin içinde ibadet için sıralar yoktu, bunun yerine pek çok heykel bulunuyordu. Biraz etrafa bakınca Karl Frederick Schinkel Kilisesinde olduğumuzu anladık.
Schinkel kısaca bir dâhi. 1781 doğumlu ve esasen bir şehir planlamacısı. Humboldtlar gibi mimariden heykeltıraşlığa, sahne tasarımına kadar el atmadığı konu yok. Üstelik birçok konuda harika işler başarmış. Kilisenin içi neredeyse tamamen onun eserlerine ayrılmış. Eserlerin birçoğu ilk gün gittiğimiz Neues Museum’dan getirilmiş, her eserin altında künyesi de bulunuyor. Çok etkileyici mermer heykeller var.
Schinkel sayısız binaya imza atmış bir mimar aynı zamanda, hayata geçen ve geçmeyen çok sayıda eseri var. Okudukça hayranlığımız arttı. Berlin’de de kalıcı pek çok eser bırakmış, Humboldt Forum’un ön cephesinde, suyun karşısındaki heykel de kendisine ait.
Kiliseden çıkıp önce Bebelplatz’a, sonra da Jandarma Meydanı’na gittik ve şehirle vedalaştık. Etraf tenha idi ve çok güzel fotoğraflar çekindik. Neue Wache’ya gittik. Burası I. Dünya Savaşı’nda kaybedilen askerleri anma anıtı.
Yine birçok ülkede gördüğümüz gibi savaşlarda yitip giden meçhul askerleri de.
Berlin Katedrali’nin ve Altes Museum’un bol güneşli resimlerini çektik. Doğuya devam edip Radison Otel’in altındaki kafeden dondurma aldık.
Otelimize dönüp tramvayla havaalanına ulaştık. Havaalanı orta büyüklükte.
Duty free bölümü çok geniş değil.
Yiyecek açısından çok seçenek yok. Bir şeyler yiyip uçağa bindik ve saatleri bir saat ileri alınca toplam 4 saatte Antalya’ya vardık.
Berlin beklediğimizden daha güzel bir şehir çıktı. Bir kere kesinlikle turistik değil. Ama Sovyet ve yeni dönem kültürel bazda uyumlu şekilde birleşmiş. Ülke geçmişiyle kucaklaşmış, hesaplaşmış ve buna devam ediyor. İşletmelerdeki herkes iyi derecede İngilizce biliyor. Fiyatlar önceki gezilere göre artmış net olarak. Bir kahvenin 1-2 euro, bir biranın 2-3 euro olduğu dönem bitmiş. Ulaşım pahalı. Oteller Avrupa ortalamasında. Mimari açıdan çok zengin, metre başı harika bir bina, harika sanat eserleri görüyorsunuz. Farklı kültürler az da olsa gettolaşmakla, ufak sorunlar yaşamalarına rağmen bir arada yaşayabiliyorlar.
Şehir genel anlamda yaya olarak gezilebilecek bir yer. 4 gün ideal, indirim zamanları gelinebilir, zira merkezde dahi çok sayıda avm var. Kışın soğuk. Baharda ya da yazın tercih edilmeli. Şehrin bir saat dışında efsane zincir avm, Designer Outlet de var ancak gitmeye programımız müsait değildi. Akşam 8’den sonra çoğu iş yeri, avm’lerin tamamı kapanıyor ve caddeler sessizleşiyor ancak meraklıları için gece hayatı özellikle şehrin güney kesiminde çok canlı.
Dolu dolu, havanın genel olarak çok güzel olduğu, hoş sürprizlerle dolu, ortalama 20 bin adımlık bir geziyi daha tamamladık.
Yaza kuzeyde görüşmek üzere. Columbia’sız.
Dolar | 38,1588 | % 0.3 |
Euro | 43,6101 | % 1.61 |
Sterlin | 50,0663 | % 1.39 |
,00 | % 0.00 | |
,00 | % 0.00 | |
Çeyrek | 6.483,00 | % 1,90 |
G. Altın | 3.957,73 | % 2,27 |
BIST 100 | % | |
% 0.00 | ||
B. Cash | ,00 | % 0.00 |